Ana içeriğe atla

40 yaş üstü Erkeklerin Genç Kadınlardan Hoşlanmalarının Sebepleri

Bu giriş,  geçen aylarda Arkitera’da yayınlanan ‘Mimarlık ve Seks’ makalesine benzedi. Makalede seks’le ilgili tek satır yoktu. Sadece okunsun diye böyle bir başlık atmıştı yazar. Bende vaktiyle ‘depresyonla baş etmenin yolları’ diye bir yazı yazmıştım. Yazdığım günden beri, blog’un en çok hit alan yazısıdır. Esasında çok dandiriktir. Ve okuyan insanı değilse bile, depresyona sokma kapasitesi taşır.

Ama ben Arkitera’nın yazarı kadar insafsız değilim. Bu girizgahdan sonra, en azından 40 yaş üstü erkeklerin genç kadınlara ilgisini neden konu ettiğimi açıklarım. Yani öyle sakınır, söylemez falan diyorsanız, beni hiç tanımadınız demektir. Ben hattı zatında en ipe sapa gelmez konularda, konudan daha ipe sapa gelmez fikirlerini ‘dan’ diye söylemesi ile ünlü bir insanım…

Efendim, bu sabah Beyaz Fırın’a gittim. Benim Cadde’ye iniş saatimde, sadece Beyaz Fırın dükkanı açık oluyor. Diğerleri kapalı. Veya personel yeni gelmiş, temizlik yapıyor. Eğer dükkana girmeye çalışırsanız, buğulu camların arkasından size ‘hayır' işareti yapıyorlar. Patronları zaten ortada yok. Bu dükkanların hiç biri, Beyaz Fırın’ın yarısı kadar kazanmaz. Ama ne hikmetse, onlar açmaz, Beyaz Fırın açar kapılarını… Böylece ben de bazı sabahlar isteyerek, bazı sabahlar mecburiyetten, Beyaz Fırın’a gider, çay içer, simit yerim.

Bu sabah dükkanın önündeki park yerine önüm sıra bir adam girdi. Arabasını iki arabalık yere ortadan park ettiği için, ben dışarıda kaldım. Böyle durumlarda eski püskü bir pikap edinmeyi düşünmüyor değilim. Öküz gibi park edenlerin sağında solunda kalan yarım arabalık yerlerden birine ittire ittire girmek güzel olabilir. Sonra hiç bir şey olmamış gibi, çay ısmarlamak lazım. Hıyar ağası uğraşsın dursun, polisti, zabıttı, kaskoydu diye… Ama böyle çılgınlıklar için henüz erken. Saçımın başımın yolunma potansiyeli var. Yetmişi geçtikten sonra ‘ay görmedim evladım, sen çağır polisi, ben içeride çay içiyorum’ falan derim, inandırıcı bir tarafım olur.

Neyse uzatmayım, ben bu öküzün yüzünden dükkanın önüne park edemediğim arabamı, zaten bomboş olan yolda, beş metre öteye park edip, söylene söylene dükkana girdim. Gittim, masalardan birine çantamı koydum, tezgaha yöneldim. Adam da benim arkamdaki masaya oturdu. Bir de sandalyemi itti. Masa ile sandalye arasında kaldı bir karış mesafe… Ayol ben o bir karış aralığa nasıl sığayım. La havle vela kuvvete…

Tezgaha dizilmiş poğaçaları, simitleri seyrederken, bu da yanıma geldi, dikildi. Şöyle gözümün ucu ile baktım, kaz ayakları belirginleşmiş, saçlar az ağarmış, boyanmış, ayrıca tepeden ve alından açılıyor. Trakyalı bir annenin, karadenizli bir baba ile izdivacı neticesinde grek burnu olarak başlayıp, ucu kıvrılarak biten iğrenç bir burun, traştan kıpkırmızı olmuş ve kepeklenmiş yanakların ortasından aşağıya sarkmakta… Ayağında sitiletto’dan bozma sipsivri rugan ayakkabılar… Bence bu tarz ayakkabılar, erkeklere hiç yakışmıyor. Bu gerzek zaten fıtrattan da bi halta benzemediği için, ayakkabılar tüy dikmiş…

Bu, benden önce bir şeyler aldı, masasına döndü. Ben de çayla simitimi istedim, arkamı dönüp, masaya doğru bir adım attım ki, ne göreyim. Bunun karşısındaki sandalyeye gencecik bir kız oturmuş. Kumral sarı saçları beline kadar inmiş. Yüzü bebek gibi. Önce kendi kızıdır herhalde, okula falan bırakacak, diye düşündüm. Sonra ayıldım. Böyle adamdan, bu kadar güzel kız nasıl çıksın. Annesi Adriana Lima olsa, bu salağın haysiyetsiz genleri onu da bozar. Zaten bir saniye sonra, kızın dudaklarını büzerek ve sesini vik vikleştirerek konuşmak için kullandığı ağzına, eliyle soktuğu kurabiye her şeyi açıkladı. Ben de bir hayret ifadesi tabii…

Bu noktadan sonra duygularım karmaşıklaştı. Beni en çok kızdıran hangisiydi bilmiyorum; kızın kendi tazeliği ile müsemmah bir adama takılmayıp, gençliğinin bu en güzel zamanlarını, artık kıçında osuruk durmayan bir angutla ziyan ediyor olması mı, iki kız çocuk annesi olarak, kendi kızlarımın istikbaline matuf endişelerim mi veya kendi yaşımın geri dönülmez şekilde ilerleyişinin o kızın yüzünde insafsızca tezahür eden aksi resmi mi…

Yakın arkadaşlarım bilir, ben her zaman yaşım konusunda hüzünlenmeye bahane arayan bir insanımdır. Yirmi yaşındayken de ‘feleğin altın köşkü, genç ömrüm böyle geçti’ şeklinde cümleler kurardım. Kendi işimi kurduktan sonra, gençliğim bir dezavantaj olarak önüme dikildi. Bir an evvel yaşlansam da, çoluk çocuğa proje yaptırıyoruz, lafından kurtulsam, diye gözünün içine baktım. Derken yıllar yılları kovaladı ve sonunda yaşım konusunda gerçekten hüzünlenmem gereken vakitlere eriştim.

Yukarıda yazdıklarıma bakıp, erkekler genç kızları tercih ediyorlar diye üzüldüğümü düşünmeyin ama… Benim üzüntümün sebebi farklı. Gençliğimde çok metaryalist bir insandım ben. Her olaya kazanç, kayıp muhasebesi ile bakardım. Duygulara, inançlara, elle tutulup, gözle görülmeyen şeylere değer vermezdim. Oyumu her zaman güçten yana kullandım. Kaderimi değiştirecek tüm seçimlerimde bu yüzden hata yaptım ve böylece kalbime gerçek bir sevginin girmesine izin vermeden yıllarımı tükettim. Önüme çıkan güzel şeyleri de ya görmedim, ya mahvettim…

Kırk beş yaşında, boynumun büküklüğünün sebebi, istenmemek değil yani… Sevmek, değer vermek, bir ilişkiyi beslemek, büyütmek ve yürütmek konusundaki yeteneksizliğimi ancak geri dönmenin imkansız olduğu bir anda keşfetmiş olmanın üzüntüsü.

Dün akşam eski arkadaşlarımdan biri ile dertleşiyorduk; sevmek için çok yaşlı, ölmek için çok gencim, dedim… O’da bana ‘siktir git Gülfem’ dedi…

Bu arada yazı nereden nereye geldi. Valla ben bile daraldım. Lanet girsin böyle farkındalığa… 

Hadi gidip çalışalım şimdi… Sevemiyoruz madem, bari para kazanalım…


(İkibinondört senesinin Aralık ayı’nın öndördüncü günü, ofiste, mesai başlasın, diye beklerken yazıldı.)


Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı