Paralel evren kavramı ile iki sene
önce tanıştım. Şimdi diyeceksiniz ki, quantum’a göre kişisel gelişim sayfaları
paralel evren’den yıkılıyor, sen nasıl iki sene önce tanıştın. Aslında beni
şahsen tanısanız, böyle bir soru sormazdınız. Zira ben ‘ele güne karşı
yapayalnız’ şarkısını, meşhur olduktan 30 sene sonra ilk kez dinlemiş bir
insanım. Her ortalama Türk genci gibi, lise yıllarımda bu şarkının
sözlerini öğrenmiş olsaydım, şarkı ile gönderilen mesajın anlamını, belki de ömrüm
baharken kavrayabilirdim. Veya bunun gibi acaba neleri kaçırdım… Bir yazıda
bunlar için yazmak lazım aslında…
Geçen hafta uykuya dalmadan önce,
son altı aydır inatla okumaya çalıştığım ve bin bir zahmetle 53’üncü sayfasına
geldiğim Umberto Eco’nun Foucault Sarkacı romanından ansızın sıkılarak,
başucumda duran cep telefonumun arama ekranına ‘paralel evren’ yazıp tıkladım.
Yukarıdan aşağıya doğru bir sürü makale ve blog yazısı listelendi. Sıradan açıp okumaya
başladım… Gece geç vakit olduğundan, bir süre sonra uykum geldi. Tam Hawking’in
‘herşeyin teorisi’ diye bir şeyden söz ettiğini anlatan yazıya gelmiştim ki,
okumaktan vazgeçip uykuya daldım.
Sabaha karşı saat 4 sularında,
keşiş kıyafetli bir adam, yatağımın sağ yanından yaklaşıp, iki eliyle, omzuma bastırarak
beni uyandırdı. His o kadar gerçekti ki, gözlerimi açtığım zaman, adamın odada
olmamasına son derece hayret ettim. Gerçi odada olsa ne halt edecektim, orası
da belli değil ya, neyse…
Sonra uyku kaçtı tabii… Telefonu
yeniden elime aldım. Kaldığım yerden okumaya devam ettim. Sabah, ezanlar
okunurken, Einstein’ın zaman yolculuğunun mümkün olduğunu söylediği andan bu
yana, Eistein-Rosen köprüsünden başlayarak, String ve Membran teorilerine, solucan
deliklerinin ne işe yaradığından tut da, zamanın bükülmesinin ne demek olduğuna kadar pek çok şeyi okumuş ve kendi aklımın
yettiği kadar anlamıştım.
Yazının devamında bu teoriler
hakkında ahkâm kesmemi bekliyorsanız, okumayı burada bırakın. Maalesef olayı
tümü ile kavrayıp, eksiksiz anlatacak kadar zeki değilim. Aslında zekanın en
talihsiz dilimindeyim. Amadeus filmindeki Salieri’yi hatırlayanınız var mı? Kendisine
deha olacak kadar değil, dehayı sezecek kadar kabiliyet verdiği için Tanrı’ya
isyan edip, haçı yakmıştı. Ben de zekayı sezecek kadar zekiyim. Allah’tan,
Hawking’in teorisinden sezdiklerini anlatmaya kalkacak kadar aptal değilim…
Bunun yerine, başka bir şey
yapıcam. Bütün bunlardan kalbimde kalanları sizinle paylaşıcam. Böylesi
hem bu blog, hem de benim için daha uygun…
Efendim, eğer okuduklarımı bir
tarafımdan anlamadıysam, evren, uzayda bir noktanın tarif ettiği tek boyuttan başlayıp, iki, üç, dört, beş diye gidiyor. Bunun 11’e kadar yolu var. Biz
insanlar, üç boyutlu bir evrende yaşıyoruz. İki boyutlu bir evrende yaşayan bir
canlı, bizim evrenimizin üçüncü boyutunu nasıl hayal edemez ise, biz de
kendimizden sonraki boyutları doğal olarak hayal edemiyoruz.
Evrende en, boy yükseklikten
başka bir şeyler daha olabileceğine ilk uyanan Einstein… Öyle ya, şimdi bu
sandalyede ben oturuyorum. Bundan iki saat sonra bir başkası gelip oturuyor. Adam
benim tepeme oturmadığına göre, en, boy, yükseklikten başka, bir koordinat
belirleyeci daha lazım, diye düşünüyor. Böylece zamanın, bir boyut olduğunun
farkına varıyor.
Einstein zamanın bir boyut
olduğunu keşfettikten sonra, bu boyutta seyahat edilebileceğini matematiksel
olarak ispat etmeye çalışıyor. Her boyutta sağa sola gidiyoruz da, bu boyutta
niye gidemiyoruz ki… O zaman işler şöyle bir noktaya geliyor. Biz aslında
evrenin zaman boyutu üzerinde hareket ediyoruz. Maddesel olan her şey andan ana
donuyor. Biz zamanda ilerleyerek, bu anların birinden diğerine geçiyoruz. Hayat, bir nevi telin üzerine dizilmiş kartlar gibi, sonsuzdan gelip, sonsuza gidiyor.
İşin ilginç tarafı, dizilen bu kartların arasında zamanın yardımı ile geçişler
yapabilmen için, her şeyin aslında yaşanıp bitmiş olması gerekiyor. Gerçi son yazdığımı Einstein mı söyledi, ben
mi uydurdum, tam emin değilim ya neyse… Ama bir şekilde bir geçiş
oluyor.
Şimdi gözünüzün önüne, bir masa
getirin. Masanın üzerinde iki boyutlu canlılar olsun. Bunların hareket ettiğini
varsayın. Siz üçüncü boyuttan izleyen bir kişi olarak, misal bunlardan ikisinin
birbirlerinin üzerine doğru geldiğini görmez misiniz? Elinizi uzatıp bir
tanesini tutun. Böylece çarpışmalarına engel olun. Parmağınızın ucu ile
tuttuğunuz o iki boyutlu canlı, sizin varlığınızı algılayamadığı için, akşam
eve gidince karısına ‘bugün kavşakta bir kuvvet beni durdurdu, yoksa sağ
taraftan gelen dosya kağıdının altında kalacaktım’ şeklinde bir cümle kurmaz
mı? Bence kurar…
Peki, dördüncü boyutta hareket
eden bir başka canlı, bizim üç boyutlu dünyamıza tepeden baktığında, bir saat
sonra bir trafik kazası geçirip ölebileceğimizi görür mü görmez mi? Veya o kaza
olmadan evvel, yolumuza bir taş yuvarlayıp bizi gideceğimiz yere gitmekten
alıkoyuyorsa, ne yapacağız. Tabii ki yuvarlanan taşa sövüp, gıyabında dört boyutlu zat-ı muhteremin sülalesini
elden geçireceğiz.
Zaman’ın içinde ilerlerken,
geldiğimiz yol ayrımlarını düşünün… Tatile Antalya’ya mı gidelim, Çeşme’ye mi?
Bu firmaya mı iş başvurusunda bulunayım, öbür firmaya mı? Şu kızla mı
evleneyim, bu kızla mı? Veya daha basitinden ele alalım. Uzanıp elini tutayım
mı, tutmayayım mı? Demek ki yol tek değil… Binlerce alternatif var. Şimdi aklı
erenler diyor ki; beliren her ihtimal bir yol yaratıyor. Ve bu yol, ağaçtan
çıkan bir dal gibi, gövdeden ayrılarak uzamaya başlıyor. Yani siz o kızı öpmeyi
düşündüğünüz zaman, düşündüğünüzü yapmazsanız, zaman ağacından bir dal daha
çıkıyor. Kızı öpen bir dalda yürümeye başlıyor, öpmeyen başka bir dalda...
Böylece iki farklı ihtimal üzerine iki farklı hayat hikayesi kuruluyor. İşte buna
da paralel evren deniyor.
Hawking, zamanda ancak ileriye
doğru gidilebileceğini söylüyor. Zira
geri gelirseniz ve misal kendinizi öldürürseniz, bunun zamanda eko
yaratacağını, ileriye doğru uzanan yolun yok olacağını ve dolayısı ile evrenin
yok olacağını söylüyor. Bir başka teoride ise, geriye doğru geldiğinde, hangi
seni bulacağının şüpheli olduğunu söylüyorlar. Misal, bundan on sene önce,
lotto’nun büyük ikramiyesinin hangi altı sayıya vurduğuna bakıp, zamanda on
sene geriye giderek kolonu oynamaya karar verdiğinizde, kızı öpüp sağdan devam
eden kendinizi mi, yoksa öpmeyip sola doğru gidenini mi bulacağınızı
ayarlamanız lazım. Diyelim ki, kendinizden birini buldunuz. Kuponu oynattınız.
İkramiye size çıktı. Bu seferde zengin sizin, gelecekte durduğunuz dala
ulaşacağının garantisi yok. Burada sahneye paralel evrenler arası geçiş konusu
geliyor. İleri veya geri hareket
ettiğinizde hangi sizle karşılacağınızı bilebilmeniz için, paralel evrenler
arasında geçiş yapabilmeniz lazım. Bunun içinde zamanı bükebilmelisiniz. Zamanı
büktüğünüz zaman, solucan delikleri sayesinde bir evrenden, başka bir evrene
geçebiliyorsunuz. Doğru düzgün iplik bükemeyen insanlık için, nasıl bir hedefse
artık…
Bu arada altıncı boyutta yaşayan
bir varlık, sizin yemek masasının üzerindeki iki boyutlu canlılara bakıp,
çarpışacaklarını gördüğünüz gibi, beşinci boyutta ki paralel evrenlere bakıp,
her yolun sonunun nereye çıkacağını görüyor. Kızı öptükten sonra sonsuza kadar
mutlu mu yaşadın, yoksa öpmedin ve hayatının aşkı ile başka bir kavşakta mı
karşılaştın, hepsinin bilgisi onda mevcut…
İnsan beyninin değişik bir
özelliği var. İki lobu arasında fiziksel bir bağlantı olmamasına rağmen,
haberleşmeyi başarıyor. Bunu gören bilim adamları, bu gerçekten yola çıkarak,
paralel evren teorisine bambaşka bir açılım getiriyorlar; beyninizin parçaları
birbiri ile haberleşebildiği için, bazen paralel evrendeki diğer
yaşantılarınızdan haberdar olabiliyorsunuz. Eğer o kızı öperek, çok mutlu bir
yaşama yelken açtıysanız, kızın kapı komşunuz olduğu evrende, bu
yüzden O’nu her görüşünüzde anlamını bilemediğiniz bir şeyler, garip bir
sıkıntı veya sızı hissediyorsunuz.
Evren’in 11 boyutu var diyorlar
ya. Aslında 10. Boyuta geldiğimizde yaşanacak tüm ihtimaller yaşanıp, olabilecek
tüm kombinasyonlar olmuş ve bulaşmamız gereken tüm belalara bulaşmış haldeyiz.
Burada ihtimal örüntüleri o kadar sıklaşıyor ki; evren yeniden noktaya
dönüşüyor. Kuyruğunu yiyen yılan misali. Her zaman olduğu gibi daire kapanıyor.
11. Boyut herhalde Tanrı’nın olduğu boyut. Tüm ihtimallere en tepeden bakan o
çünkü… Sonra… sonrası yok… Belki büyük bir patlama oluyor ve her şey başa
sarıyor…
Önümüz yılbaşı. Diğer günlerden
bir farkı yok aslında. Ama biz kendimizce bir anlam vermişiz O’na… Bir yıl
geçti, diyoruz yeni yıl gelince… Oysa yeni yıldan bir gün önce de, yeni yıldan
bir önceki gün başlayan yıl geçmişti. Fakat buna dikkat etmeden, herkesce
geçerli olan milat üzerinden yapıyoruz değerlendirmelerimizi… Mesela ben,
lisedeyken ‘ele güne karşı yapayalnız’ şarkısını öğrenseydim, ne olurdu diye
merak ediyorum, bu günlerde. Gelen mesajın anlamını çözebilseydim… Bir başka
Gülfem, mesajın anlamını çözdü mü acaba? Çözünce neler oldu? Maalesef ben
bilmiyorum. Altıncı boyuttan bakan birileri biliyor olabilir. Ama aksi gibi
aralarında tanıdık olmadığından, soramıyorum.
Benim hissettiklerimi Pucca’da
hissetmiş. Pucca kim demeyin sakın. Benden 1000 kere daha çok okunan bir blog
yazarı. Acaip bir kadın. Çok güzel yazıyor. Ama imla bilmiyor. O yüzden son
yazısını, imla hatalarını düzelterek aşağıya kopyaladım.
Adım gibi eminim başka bir dünyada tekrar karşılacağız…
Ve işte o zaman seveceksin beni.
Belki
güneş sistemi dışında iki yıldız olup, büyük bir patlama ile ancak ayrılacağız.
Ya
da ne bileyim göktaşı mesela.
Patates
olarak gelme ihtimalimiz de yüksek tabii.
Bu
dünyada olmadı ama, eminim bundan bilmem kaç ışık yılı sonra göreceğim seni…
Yine
aynı kelimeleri, aynı anda söyleyeceğiz.
Aynı
şeyleri sevdiğimizi fark edeceğiz.
Birbirimizden
bir milyon ışık yılı farklı olsak bile
Aynı
kişi olduğumuzu düşüneceğiz.
Biliyorum
bu dünyada olmadı ama,
Eminim,
o zaman gördüğünde seni sanki tanıyorum diyeceksin…
Olayın burasında sevgili arkadaşım
Gaye geliyor ve ‘peki bütün paralel evrenlerde öldüğümüz zaman ne olacak’
diyerek olayı koparıyor. Buna verilecek tek bir yanıtım var; sanırım
gömüleceğiz.
Paralel evrenlerin tümünde, ama az, ama çok zaman farkı ile ölüp gitmeden önce, hiç değilse bir suretimin
her şeyi vaktinde öğrenmek gibi bir güzellik yapacağını umuyorum. Ele güne
karşı yapayalnız diye başlayan şarkının, ‘unuturum sanmıştım güzelim, gözüm
yollarda kaldı’ diye bittiğini öğrenecek kadar hayatın farkında olan bir Gülfem’in, ağacın başka bir dalında mutlu yaşıyor olması en büyük dileğim…
Önümüz yılbaşı... Gelecek günler, hepimize
hak ettiğimizin en iyisini getirsin.
(İstanbul’da, evde, İkibinondört senesinin Aralık ayı’nın yirmiikinci
gününü, yirmiüçüne bağlayan geceyarısı, saatte bilmem kaç kilometre hızla esen rüzgarın, kepenkleri birbirine
çarptırmasının sesini dinlerken yazıldı)
Yorumlar
Yorum Gönder