Ana içeriğe atla

Neden Bana Aşk Şarkısı Yazan Çıkmaz…

Dikkat ettiyseniz yazının başlığı soru işareti ile bitmiyor. Neden? Bak ‘neden, soru işareti ile bitiyor. Çünkü O sapına kadar bir  soru. Ama ‘neden bana aşk şarkısı yazan çıkmaz’ soru değil, bir durum tesbiti. Hem de yarım kalmış bir durum tesbiti. O nerden belli, derseniz üç nokta ile bitmesinden belli, diye cevap vermem gerekir. Üç nokta aslında, yazar tarafından, okuyucusuna yapılmış bir kötülüktür. Okuyucuyu belirsiz durumlara sürükler. Demek ki, ben sadece kendisine aşk şarkısı yazılmayan bir insan değilim, içi kötülükle dolu bir yazarım.

Böyle şeyler yazdığıma göre, ihtimal kafayı iyice sıyırdım. Aslına bakarsanız kafayı daha önce sıyırdığımı zannediyordum ama sıyırmamışta olabilirim tabii. Sadece öyle olduğunu düşünmüşümdür belki. Veya şimdi bir kademe daha ileriye geçtiğim için, eski hallerim bana normal geliyor. Eğer önümüzdeki yıllarda biraz daha delirmeyi başarabilirsem, o zamanda bugünkü halim için ‘o yıllarda kafayı sıyırdığımı düşünüyordum ama sıyırmamışım işte’ yazabilirim.

Sabah işe gelirken radyoda ‘I remember when I lost my mind’ çalıyordu. Evrenin işaretlerini okumayı öğrenin, diyorlar. Eğer öyleyse, benim kayışı koparttığım gün, kuvvetle ihtimal bugün. Unutmayım da bir yere not edeyim. Aslında not etmesem de hatırlarım ki böyle günleri ben. Misal bugün 11 Ağustos 2015. Bergül’ün doğum gününden bir gün önce, Murat’ın ameliyatından 2 gün sonra. Bir de böyle ilişkilendiririm ki, sittin sene aklımdan çıkmasın. Şimdi geri dönüp bakıyorum. Geçmişim tarihler mezarlığı. 8 Temmuz, kabotaj bayramından 7 gün sonra. 19 Temmuz, 8 Temmuz’dan 11 gün sonra. 5 Ocak, yılbaşından 4 gün sonra… 1972 senesinin 26 Nisan’ından, yani ikinci doğum günümden beri, olan biten her şey aklımda. İkinci doğum günümü de kendi doğum günüm olduğu için hatırlamıyorum. İkinci yaş kutlaması için bize gelen anneannem, kömürlüğün duvarına bitişik büyüyen kiraz ağacına çıktığı ve inemediği için hatırlıyorum. Sonra o evden taşınmamızı hatırlıyorum. Mart 1973. Aydınlık bir Ankara öğleden sonrası. Kardeşim’in doğumu, Ekim 1973. Hava çok sıcaktı. Ayrıca annem Kerem’in burcunu yıllarca Akrep zannetti. Ben ne zaman ilkokula başladım, okuma yazma öğrendim, o zaman anlaşıldı ki, Kerem Akrep değil, Terazi’ymiş…

Kendi hayatımın tarihleri yetmezmiş gibi, yakın arkadaşlarımın hayatlarındaki tarihleri de hatırlarım ben. Tamam, bunu aynı olaylar beş yıl arayla aynı gün olduğu için hatırlıyor da olabilirim, kabul ama, hatırlamayan bunu da hatırlamaz dimi ama…

Yolda araba kullanırken, sağımdan solumdan geçen arabaların plakalarını hatırlarım.  Yanımda oturan kızıma ‘bak Didi, şu siyah beemve bizi Susurluk’ta geçmişti’ veya ‘bakın köfteci Ramiz’de yanımıza park eden araba şimdi bizi solluyor’ derim. Çocuklar bana ‘so what’ kıvamında bakarlar ama saygılarından bir şey demezler. Bir ihtimal Deniz gizlice plakaları aklında tutmaya çalışıyor olabilir çünkü bu yavrumun rol modeli benim. Var gücü ile bana benzemeye çalışıyor. Ben ne kadar kendimin bir halta yaramayan, alelade bir insan olduğunu anlatsam bile, Deniz’e engel olamıyorum.

Birinci sayfanın ortasında geldim. İçimde hafiften ‘bu yazı nereye gidiyor, endişesi belirmeye başladı. Çünkü her yazı bir yere gitmeli. Bir yere gitmeyen yazı olmaz. Yazar, kendisini sabırla okuyan insanlara bir ödül vermek zorunda. Misal, iyilik kazanmalı hikâyenin sonunda. Benim yazılarımın kahramanı ben olduğum için, benim kazanmam lazım. Ama yazdıklarımı şöyle bir düşünüyorum, hiç birinde kazanmamışım. Demek ki ben yeteri kadar iyi bir insan değilim. Yazının başından beri ikinci menfi çıkarım oldu bu. Bir kere daha kötü bir insan olduğum sonucuna varırsam, bunu artık bilimsel bir veri olarak kabul etmem lazım. Sonuçta modern bilimin gözlem metodunu kullanarak bu noktaya geldim. Pozitif bilimlerin yalan söyleyecek hali yok ya…

Bu yazıya başlarken yazdığım ilk cümle ‘birine âşık olmamak, en çok işler ters gittiğinde içime dokunuyor’du. Sonra başka şeyler yazdım, bu cümle gerilerde kaldı. Şimdi yazacak başka şey kalmadığı için, biraz da bunu didikleyim bari. Neden ‘birine aşık olmamanız en çok işler ters gittiğinde içinize dokunuyor’ sayın Karaer…

Ulan bıktım bu abuk sabuk röportaj cümlelerinden. Bugüne kadar üç kere televizyona çıktım. Kaç tane dergi mülakatı yaptığımı hatırlamıyorum. Röportajcılarda böyle bir adet var. ‘Firmanızın adından başlayalım. Neden Mar Mimarlık’ Sayın Karaer. Şimdi soruyu sordu ya, kurtuldu o… Topu senin önüne yuvarladı. Işıklar ve tepe mikrofonları adeta bir silah gibi yüzüne doğrultulmuşken, yaka mikrofonun nefes alış veriş sesini bile antene verirken, sana çevirdikleri kontrol ekranından, beceriksiz makyajcının  kömürlük penceresine benzettiği gözlerini seyrederken, sıkıysa abuk bir cevap ver bakalım. ‘Kıçımızdan uydurduk be annem’ diyemediğin için bin dereden su getir. Ben böyle durumları aklımda tutabildiğim için, sohbetlerin çok aranan bir kişisiyim aslında. Ekranın önünde akıllı başlı cevaplar verip, sonra arkadaş toplantılarında o sahneyi aslında vermek istediğim cevaplarımla yeniden oynayabiliyorum. Ama bu da kişilik bölünmesine götürüyor insanı. Bir yaşadığım hayatım var, bir de yaşamayı istediğim. Yaşadığım hayatımın içindeyken, yaşamayı istediğim hayatım beynimde çağıldıyor. Buradan ‘ne güzel işte, bir ömürde iki ömür’ gibi saçma bir çıkarım yapalım da, boşa gitmesin bari…

Tekrar soruya döneyim mi? Hadi döneyim. Yoksa bitmeyecek bu yazı.

‘Birine âşık olmamak, neden en çok işler ters gittiğinde içime dokunuyor? Kimsesizlik, sahipsizlik, kökünden kopmuşluk, ait olamamak gibi duygusal bir cevap verip ortalığı şenlendirmek isterdim ama diyemem be ciğerim… Adrenalin, diyebilirim sadece. Bende adrenalin bağımlılığı var. İşler iyi gidince, kazanma duygusuna yaklaştıkça, adrenalin yükseliyor, sarpa sarınca düşüyor. Yaşama sevincim, düşen adrenalin seviyem ile birlikte azalıyor ve içimden hüzünlenmek geliyor. Böyle anlarda bir kalbim varmış gibi davranmak hoşuma gidiyor. Ah benim de bir sevgilim olsaydı, biri de beni sevseydi, falan diyorum. Bazen gözüm uzaklara bile dalıyor. Ama o an bir telefon gelse ‘Gülfem Hanım falanca iş için verdiğiniz teklif kabul edildi’ deseler, anında unuturum. Bırak düşüncesini, adamın kendisi karşımda olsa O’nu bile unuturum. Hemen zıplamaya başlarım. Çünkü yeni bir iş aldığımızda tipik tepkim budur benim. Zıplaya zıplaya Osman’ın masasının yanına kadar giderim ve ‘zengin olduk Ortil’ diye bağırmaya başlarım. Osman’da her zaman olduğu gibi sakin sakin bana bakar ‘dur bi, para kasaya girsin, öyle sevinirsin’ der.

Ama bugün işlerin istediğim gibi gittiği bir günümde değilim. Adrenalin seviyem yerlerde sürünüyor. Kulaklıklarımdan Tarkan’ın sesi geliyor ‘dönmedi, unuttu beni…’ Bunu aslında tam olarak bilemeyiz. Belki de unutmazdı beni, eğer arada unutulacak bir şeyler olsaydı… Burada bir algoritma yazsaydık, galiba şuna benzeyecekti;

Unutulacak bir şeyler var mı (Evet)… 1. Sonuç; unutmuş olabilir… 2. Sonuç; unutmamış olabilir. Unutulacak bir şeyler var mı (Hayır)… Sonuç; Unutulacak bir şey olmadığı için unutmuş olamaz.

Demek ki neymiş, unutulmamışım. Oh be, içim rahatladı… Bilimsel ol, canımı ye… İşte böyle…



(İkibinonbeş senesinin Ağustos ayı’nın onbirinci günü, ofiste sıkılırken yazıldı)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı