Ana içeriğe atla

Bu sefer başlık yok, bulmaya kasamadım...



Ofise, daha fazla çalışmak için mesaiden iki saat önce gelmişken işi gücü bırakıp yazı yazmak ne kadar akıllıca bilmiyorum. Zaten son günlerde hiçbir şey bilmiyorum. O yüzden bunu bilmemem de gayet normal. Ama bu en normal insanlık hali değil mi? Beni siktir et, Sokrat bile ‘bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir’ diyor. Gerçi burada Aristo’nun düz mantığından yola çıkarak, ‘bende Sokrat tarzı bir düşünürüm’ çıkarımı yapmak potansiyeli duruyor ama gerçekte böyle bir çıkarım ‘hayat acıdır, sivri biber de acıdır. Öyleyse hayat sivri biberdir’ tadında olacağı için uzak duruyorum.

Her neyse, çok uzun yazamam. Çünkü Osman bana kızgın bu aralar. Ofise geldiğinde, beni sadece ses sistemi iyi diye seçtiğim yeni bilgisayarımın karşısında, çizerken değil de yazarken görürse, sonunda her nasılsa gerçekleşecek olan infazım öne alınabilir. Zira bilgisayarımda Bang Olufsen ses sistemi var ama gel gör ki, AutoCAD’de kilitleniyor. Bizim gibi hayatını mimarlık yaparak kazanan insanların en çok AutoCAD kullanması, bu bilgisayardan beklediğimiz performansla ters düşen ufak bir ayrıntı. İyi de ne yapıyım, Allah her güzelliği bir arada vermiyor işte… Osman bu gerçeği anlamıyor ve ‘ulan bir çuval para verdik, eşşeğin sıpası, şart mıydı Bang Olufsen ses sistemi… Ben sana 10 dolara bir hoparlör alaydım’ diyorsa suç benim değil. İyi bir ses sisteminden müzik dinlemenin, AutoCAD’in kitlenmesine katlanmaktan daha keyifli olduğunu bilemiyor işte…

Bu yazıyı niye yazıyordum peki ben? Aslında hiç kimseyi ilgilendirmeyecek bir iç dökme için. Tipik yani. Şöyle ki; yeni gelen bilgisayarım Asus… En son yedi sene önce bir Asus bilgisayarım olmuştu. Dört yıl kullandım, sonra ekranı kopunca attık. Aman olmuşsa olmuş, bunda ne var, diyebilirsiniz. Bence bunu derseniz çok da haklı olursunuz. Çünkü siz, benim gibi, duygularını eşyaların köşelerine iliştirecek kadar manyak olmak zorunda değilsiniz. Ama ben öyleyim işte. Manyağın tekiyim ve anladığım kadarı ile bu saatten sonra söz konusu durumu değiştirmek için elimde fazla bir imkân da yok. Bu yüzden yeni bilgisayarım geldiğinden beri, yedi sene önce aldığım Asus bilgisayarıma ilişmiş anılarım gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Bilgisayarım yanımdayken gittiğim yerler, katıldığım toplantılar, toplantılarda konuşulanlar… Bunlardan bazılarının kalbimi deliyor olması ise işin çetrefilli tarafı.

Bir de bilgisayar çantamı hatırlıyorum. Osman’ın bana havaalanından 160 Euro verdirerek aldırdığı, orta boy bir bavul büyüklüğündeki çek-çekli bilgisayar çantam. Ben, o çantam ve o Asus bilgisayarımla dünyayı dolaşmıştım bir zamanlar. Gruptaki tek kadın olduğum için, çantayı uçaklardaki baş üstü dolaplarına kaldırmak her zaman erkeklerin görevi oluyordu. En sonunda gruptan biri dayanamamış ‘Gülfem Hanım bu çantayı kaça almıştınız’ diye sormuştu. 160 Euro’ya aldım deyince, ben 200 Euro veriyorum, lütfen atalım bu çantayı, demişti.

Lost On You’yu söyleyen kızın acayip güzel bir ses rengi var. Adını bilmiyorum ama bilgisayar geldiğinden beri saplantılı şekilde onu dinliyorum. Şu anda da kulağımda ‘Lost On You’ çalıyor. Sesin şiddeti kulaklarımı acıtacak kadar yüksek. Ama en ufak bir çatlama, tızlama, cızlama yok… Helal olsun bana be… Bu mudur? Valla budur… AutoCAD’de de kilitlenirse kilitlensin. Ne yapıyım yani… Bu arada AutoCAD o kadar içime işlemiş ki, son üç harfini logosundaki gibi büyük yazıyorum.

Bizim bu programla olan ilişkimiz de absürd aslında. Mesela, mühendisler arasında Excel’i bu kadar seven var mıdır acaba? Türkiye’ye geldiğinde, programı ilk kullananlardan biri olduğumuz için mi böyle olduk? Galiba öyle oldu. Masa üstünde cetvel ve rapido ile yapılan çizimin bilgisayar ekranına girmesi bizi o kadar etkiledi ki  bir daha kendimize gelemedik.

Her neyse, abuk sabuk yazımı yazdım, hiç kimsenin anlamadığı şekilde içimi döktüm, kendimce rahatladım. Artık bitirmem lazım. Zaten Osman’da 10 saniye önce odanın kapısında belirdi.

Herkese iyi bir gün diliyorum. Güzel müzik ve hatıralar sizinle olsun. Kalbimizi acıtsalar bile, büyük dalganın üzerinde, hayatta kalacak kadar sörf yapmayı öğrendiğimizin kanıtı onlar…

(İstanbul’da, ikibinonyedi senesinin Ocak ayının on yedinci günü, ofiste yazıldı)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı