Ana içeriğe atla

Hiperrealizm Üzerine




Ben nedense az uyurum. Kendimi bildim bileli bu böyledir. Ama uyuyamadığım her gecenin sabahında, sanki bu daha önce hiç olmamış gibi anneme telefon açarım, ‘Anne biliyor musun, dün gece ben hiç uyumadım’ derim. Sanki bunu ondan daha iyi bilen biri olabilirmiş gibi… Ofise gittiğimde herkese söylerim. Sonra Facebook’a illaki bir şeyler yazarım; ‘Bugün hiç uykusuz gecelerin üçüncüsü’ falan… Neden uyuyamadığımı bilmediğim gibi, bunu cümle aleme neden ilan etmek istediğimi de bilmiyorum. Acaba kendimi özel mi hissetmek istiyorum? Veya o taş kalpli görüntümün altında, benimle ilgilenilmesini arzu eden bir tarafım mı var? Valla her ikisi de olabilir. Belki de hiçbirisi değildir. Beynimin bilincimle kontrol ettiğim tarafında, bir insanı sevemeyeceğime ve bir insanın da beni sevemeyeceğine kendimi o kadar inandırmış durumdayım ki, sevmek ve sevilmek ihtiyacım, ‘ben dün gece hiç uyumadım’ cümlesi ile bilinçaltımdan pörtlüyorsa, bunun bile ayırdına varamayacak kadar konunun dışındayım.

Şu anda kucağımdaki bilgisayarımın saati 02:48’i gösteriyor. Gözümde zerre kadar uyku yok. Çünkü dün sabah kazara 10’da kalktım. Sabah 6’da kalktığı zaman, güç bela gece 2’de uyuyan bünyenin bu gece hiçbir şekilde uyumayacağını bildiğim için yatmaya kasmadım, film seyredeyim, dedim.

Bana bu yazıyı yazdıran film, aslında oldukça ilginç başlamıştı. Çevrelerindeki arkadaşlarının evlilik ve ardından gelen çocukla berbat olan romantik ilişkilerini gören, aslında birbirlerinin sadece arkadaşı olan bir kadın ve bir erkek, çok mantıklı bir plan yaptılar. Aralarında duygusal bir bağ veya cinsel bir çekim olmadığı halde, çocuk sahibi olmaya karar verdiler. Birbirleri ile o derece 'sadece arkadaştılar' ki, ilk defa öpüştüklerinde sanki kardeşlerini öpüyorlarmış gibi hissettiler. Efendim derken, çocuk doğdu. Romantik bağları olmadığı için, bunlar başkaları ile çıkmaya ve çocuğa da eşit zamanlı bakmaya devam ettiler. Ben içimden ‘işte hepimizin yapması gereken buydu’ derken bir anda önce kadın adama, sonra adam kadına aşık oldu. İşin içine bir sürü dram, göz yaşı karıştı. Bir ara, artık üç yaşına gelmiş olan oğulları ‘Babam niye bizimle yaşamıyor’ diye ağlayıp, kendini yerlere atarak olaya tüy dikti. Filmin sonunda bunlar da evli, mutlu, çocuklu hale geldiler ve bir ömür boyu mutlu yaşadılar.

Ve ben gayet tabii ki illet oldum. Fifty Shades of Grey’de böyle bitmişti. Sadist cinsel zevklerini tatmin etmek için akla hayale gelmedik kurgular yapan sapık Christian Grey'i, üç ciltlik serinin sonunda, iki çocuklu mazbut aile babasına dönüştürdüler. Burada durup kendimi sorguluyorum. İster roman, ister film, ister gerçek hayatta, olay gidip romantizme ve aşka bağlandığında, benim tepemi ne attırıyor, diye… Yüzeysel bir gözlemle, buna sebep olan şeyin benim kendi yalnızlığım olduğunu söyleyebilirsiniz. Zaten yazının ilk paragrafında ben de buna çanak tuttum. O yüzden sizi suçlayamam. Ama Allah sizi inandırsın, romantik sonların midemi bulandırmasının sebebi, kendi yalnızlığımdan doğan kıskançlığım değil. Böyle sonların, hayatın olağan akışına aykırılığı beni hasta ediyor. Çünkü gerçek hayatta romantizm bir son değildir, başlangıçtır. Bazen alışkanlık, bazen de ayrılık ile biter. Alışkanlık ile biten romantizmi, devam eden aşk sanmak da bizim angutluğumuz dur.

Yazarken bir şey daha fark ettim, ben aslında gerçeğe aykırı olan her şeye kızıyorum. Sadece aşka değil… Misal seksen yaşındaki adam komaya giriyor. Yakınları perişan... O doktordan o doktora koşuyorlar. Ameliyat üzerine ameliyat… Lan, siz neyin peşindesiniz, ne olsun istiyorsunuz? Yaşadığı kadar daha mı yaşatacaksınız… Bırakın adamı da huzur içinde ölsün. Sonra cenazeye gittiğimde, gözünde kaynak maskesi kadar gözlükleri ile 'babacığım söz vermiştin, hani bırakıp gitmeyecektin beni' diye ağlayan, iki yetişkin çocuk annesi kızını teselli edemiyorum ben... Kendisinin de bir ayağı çukura girmiş, ama göbek bağı halen kopmamış, diye geçiriyorum içimden. Böyle zamanlarda eğer yanımda annem varsa, içimden geçeni anlar, gelir usuldan etime çimdik atar ki, gidip aklımdan geçeni insanlara söylemeyim. 

Psikiyatristim benim durumuma ‘hiper realizm’ diyor. Eğer hiper realizm deliliğin az rastlanan bir türünün bilimcesi değilse, kulağa hoş geliyor. Ve aslında ben böyle olmaktan memnunum. Sıra dışı düşünce tarzım ile kendimi ayrıcalıklı hissediyorum. Bazen duyguları sebebi ile muhakemesi bulanmış insanların asla göremeyecekleri bir biçimde anladığımı düşünüyorum hayatı… Gerçi bunun beni her gün biraz daha yalnızlaştırdığını fark etmiyor değilim. Ama yine de insanlara duymak istemedikleri doğruları söylemek huyumdan vazgeçmiyorum. Diğer türlü olduğunda, kafasını kuma gömen kuşlar gibi olacağımıza inanıyorum. Biz arkamızı dönünce gerçek bir yere gitmiyor çünkü… Orada durmaya devam ediyor.

O yüzden gelin arabasının arkasına ‘bu kadından bütün dünyada sadece bir tane vardı, onu da ben aldım’ yazdıran damada ‘sen bu harfleri atma, on sene sonra bunlarla, Allah’ta benim belamı versin’ yazarsın diyorum. Zengin kocasını ani bir kalp krizi ile kaybeden kadına ‘ne şanslısın’ demem de hep bu hiper realistlik yüzünden…

Saat 03:40 oldu. Kulağımda David Garrett çalıyor. Adam gerçek bir kabiliyet. Son üç gün içinde Hannover konserinin kaydını belki yirmi kere dinledim. Gerçi o kayıtta hayran olduğum tek kişi Garrett değil. Frankfurt Filarmoni’ye de aynı derecede aşığım. Ayrıca bateri de, beni benden almış vaziyette… Dinlerken kendimden geçiyorum. Eğer Gülfem’i azıcık tanıyorsam, önümüzdeki aylarda en büyük tutkusu Garrett ve Frankfurt Filarmoni olacak...  Taa ki, bir gün ansızın dinlemekten vazgeçene kadar… O kemandan çıkan her notanın ruhunda uyandırdığı tüm duyguları içine çekip, sonra öylece bırakacak Garrett’i… Ama öncesinde, aklı ve kalbi, Paganini’nin La Campanella'sını çaldığı sırada, yayı sol telinin üzerinde zıplatmasına o kadar doyacak ki, ömrümün sonuna kadar bir daha dinlemese de ne bir pişmanlık duyacak, ne de özleyecek...

İşte hayat da böyle yaşanmalı diye düşünüyorum bu gece…. Realitenin gözünün içine bakarak, her şeyin bir sonu olduğunu bilerek, o sona varmadan önce, sıkıp suyunu çıkararak, içinden alınacak ne varsa alarak… Benim Garrett’i dinlerken hissettiğim tutkuyla yaşanmalı hayat.  Ve sonra esen rüzgâra ve akan suya bırakmalıyız, açıp ellerimizi… O vakit ne gidenin arkasından bakarız, ne de özleriz geri gelmeyeni…

Bu arada son cümleler acayip kafiyeli oldu. Eskiden böyle durumlarda ‘yağdı yağmur, çaktı şimşek, sende mi şair oldun eşşoğlueşşek’ derdik. Anladığım kadarı ile son yağmurlar beni de şair yapmış. O yüzden daha fazla eşeklik etmeyim, yol yakınken yazıyı toplayım.

Aşağıya sizin için bir link kopyaladım. Okumayı bitirince, linki internet browser’ınıza yapıştırın ve dinleyin. Ama lütfen iyi bir müzik seti ve iyi bir kulaklık ile, yüksek volumle yapın bu işi. Yoksa, hiçbir şeye benzemez, sizde bana küfür edersiniz.


Ve saat oldu 05:41. Dolaptan zeytinyağlı dolmaların durduğu saklama kabını almak için kalktığımı saymazsak, üç saate yakındır şu ekranın başındayım. Daha bu yazının düzeltilmesi var, yüklenmesi var. Şimdi başlasam, bana güneşin doğuşunu buldurur. O yüzden, sona geldiğimizde, elimizdeki harflerden ‘Allah’da benim belamı versin’ yazmamıza gerek kalmayacak hayatların üzerine doğsun güneş, diyerek ayrılıyorum…

(İkibinonyedi senesinin Ocak ayı’nın yirmidokuzunda, gece sabaha dönerken, evde yazıldı)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı