Ana içeriğe atla

Bir Şehir, Bir Deniz, Bir Çocuk, Bir Köpek


Güney rüzgarlarının önünde Çin Seddi gibi yükselen dağların alçalarak önce tepeye, sonra ovaya döndüğü nadir düzlüklerden birine kurulmuş bir şehirdi burası. Sırtını yasladığı yamaçlar, kıble ve lodosa geçit vermediğinden, evleri ve bahçeleri poyrazın insafına kalmış görünürdü. Hava hep nemli, en sıcak günde bile soğuk, yarımay şeklindeki ovanın kuzeyini kaplayan deniz hep hırçın, koyu mavi, derin ve karanlıktı. Anneler en çok, çocuklarının bir gün bu merhametsiz dalgaların arasında can vermesinden korkarlardı. Bu yüzden, dip akıntılarından kurtulacak kadar kuvvetlenmeden yüzmeye yeltenen kızlara ve oğlanlara büyük cezalar verilirdi. Bütün şehirde adet olduğu üzere, babalarından evvel eve girmek gayreti ile akşam ezanı okunurken bahçe kapısında belirdiklerinde, evin en yaşlı kadını ‘bugün denize gittin mi’ diye sorardı. Onlar da her zaman gitmediklerini söylerdi. Yaşlı kadın, çocukların kollarını ve enselerini yalar, ağzına tuz tadı gelirse onları önce bir güzel döver, sonra da kalıp beyaz sabunla kafalarına vura vura, bahçedeki çeşmenin yalağında yıkardı.

Şehirdeki pek çok eve acılı bir ölüm getiren bu karanlık sular aynı zamanda büyük bir bereketi saklıyordu. Havaya kar kokusu düştüğünde, denize atılan ağlar istisnasız balıkla dolar, mallarını başka kentlere göndermek için karadan yol bulamayan komşu kasabaların ve köylerin tüccarları tepelerin alçalıp geçit verdiği yegâne noktadan Park İskelesi’ne yığılır, denizin bereketi ile şenlenmiş ticarete canlılık ve para getirirlerdi. İstanbul’dan gelen yolcu vapurlarını şehir hayatına katan yine bu hırçın denizdi. Tarifeli seferle Galata’dan hareket ederler, bazen kıyıdaki tüm limanlara uğrayarak, bazen de ekspres, ama her zaman en fazla üç gün içinde kente varırlardı. Bu durumun istisnası fırtınaydı. Şehrin açıklarına geldiklerinde, fırtına varsa alarga duramazlar, yakındaki doğal limana sığınırlar, fırtına dinince geri dönerlerdi. Gerçi 1910 yılında liman inşa etmek için İngilizlerle bir anlaşma imzalanmıştı ama birinci cihan harbi patlayınca, proje rafa kalktı. Bu yüzdendir ki; 1953’te başlayan liman inşaatı 63 senesinde tamamlanana dek, şehre gelen gemilerin yolcuları ve yükleri iskeleye sandallarla taşındı.

O yıllarda deniz işletmelerinin bu hatta çalışan beş gemisi vardı; Tarı, Ankara, Cumhuriyet, Gülcemâl ve Pir-i Müjgan. Şehir halkı tarafından en sevilenler Gülcemâl ve Tarı vapuruydu. Cumhuriyet çok sık gelmezdi. Ankara vapurunun ufukta görünmesi ile yağmurun başlaması bir olduğundan, lâkabı ‘fırtına götlü’ydü ve uğursuz sayılırdı. Vapurların en eskisi Pir-i Müjgan’dı. Zaten azgın dalgalara diğerleri gibi dayanamadı ve günlerden bir gün Kızılırmak ağzında battı. Yaz aylarında suların çekilmesi ile gün yüzüne çıkan batıktaki potansiyeli ise Sağır Celal keşfetti. Celal’in okuması yazması yoktu ama, şehrin en akıllı adamıydı. Zaten Pir-i Müjgan’ın gövdesini oluşturan levhaları demir makası ile doğrayıp inşaat demiri olarak satmayı da bir tek o akıl etmişti.

Hacıkulaksızlar’ın Nihat, yaz başında, yıllardır hasretini çektiği baba ocağına bu vapurlardan biriyle döndü. Annesi Ferhunde Hanım, Park İskelesi’nde karşıladığı oğlunun eşyalarını Salih’in tek atlı arabasına yükletti. Bunların arasında neler yoktu ki; Nihat’ın denk haline getirilmiş kitapları, tahta bavullara istiflenmiş giyecekleri, annesine ve ev halkına hediyeler ve üzüm taşımaya yarayan hasır sepetlerden birinin içine yuvalanmış yavru bir köpek… Şimdilerde burnunu dışarı çıkarmaya cesaret edecek kadar serpilmiş olan bu yavruyu, dört yılını geçirdiği hukuk fakültesinden mezun olduğu günün akşamında, Beyazıt kapısından çıkmak üzereyken, duvarın dibine büzülmüş, inceden yağan yağmurun altında titrerken bulmuştu. Öylece bırakıp gitmeye vicdanı elvermediği için, kolunun altına kıstırdığı mezuniyet cüppesine sarıp eve getirmişti. Nihat ‘Hele bir toparlansın, nasılsa sokağa salarım’ niyeti ile Tophane’deki bekar odasına aldığı Ala’yı, tüyleri neredeyse kırmızıya yakın bir kahverengi olduğu için ona bu ismi vermişti, ilerleyen günlerde sokağa bırakamadığı gibi, baba ocağına dönerken de yanından ayıramadı. O yüzden Salih’in atlı arabasına yüklenen denk ve bavulların arasında, Ala’nın isterse içinde tos toparlak uyuduğu, isterse ön ayaklarının üzerinde dikilip, etrafı seyreder vaziyette oturduğu bağ sepeti de vardı.

Nihatların evi ile Park İskelesi’nin arası taş çatlasa beş yüz metre olduğundan, misafir karşılamaya gelenler bavulları paylaşır, eve hep birlikte yürürlerdi. Yolcunun yükü elde taşınmayacak kadar çoksa Salih’e haber salınır, denkler at arabasının arkasına yüklendikten sonra arabacının yanındaki en konforlu yer misafire bırakılır, boş kalan yer olursa ev sahipleri de ilişir, eve öyle gelinirdi. Fakat bu sefer, avukat oğlu ile övünmek isteyen Ferhunde Hanım, Park İskelesi’ne inerken, hem arabacı Salih'e hem de faytoncu Cemil’e haber salmıştı. Eşyalar atlı arabaya yüklendikten sonra, Nihat’ı da alarak faytonun arkasına kuruldu ve tebaasını selamlayan kraliçe edası ile evin yolunu tuttu. Nihat ‘Anne ne gerek vardı bunlara, yürürdük’ dedi ama Ferhunde Hanım kendisine iki mecidiyeye mal olan bu gösterişten memnundu. Oğlunun büyük adam olup geri dönmesini yıllardır dört gözle bekliyordu. Faytona bugün de binilmezse ne gün binilecekti…

Nedim, çocukluğun verdiği saflıkla, yengesinin türlü itirazlarına rağmen, bir punduna getirip peşine takıldı ve Nihat ağabeyini karşılamak için Park İskelesi’ne inmeyi başardı. Fakat faytona binmeye nail olmadı. Ama umursamadı da... Hatta Nedim’i elinin tersiyle usulca itekleyen Ferhunde Hanım’a sinirlenen Salih’in ‘gel lan, yanıma otur, istersen sen sür arabayı’ davetini de duymazdan geldi. Çünkü ahşap tekerlekleri parke taşlı yollarda sarsılan arabanın arkasında, iki yakın dost olacakları şimdiden belli olan Ala ile oynuyordu. 

Ağır ceza reisliğinden emekli Mehmet Nihat Efendi, adını taşıyan büyük torunu Nihat’ı, evin meyve ağaçları ile dolu avlusunda karşıladı. Dedenin evin önündeki taşlığa kadar inmesi büyük bir olaydı. Çünkü cuma namazına yarım saat kala cümle kapısına yanaşan faytoncu Cemil’in kendisini merkez camisine götürmesini ve namazdan bir saat sonra caminin yanındaki kahveden alıp eve getirmesini saymazsak, evlatları Nurullah ve Sadullah doğmadan çok önce, Sarkisyan ustaya yaptırdığı iki katlı bağdadi konağından dışarı çıkmak adeti yoktu. Reislikten emekli olduktan sonra bir süre avukatlık yaparak oyalanmayı denediyse de alıştığı tadı bulamamıştı. İstiklal Mahkemesi hakimliği bile yapmış bu adama, alacak ve miras davalarına lâyiha yazmak çocuk oyuncağı gibi geldiğinden önce yazıhaneyi kapatmış, kırk yıl bir yastığa baş koyduğu Latife Hanım’ı da kaybedince, gündelik hayattan elini eteğini iyice çekmişti. Hatta bir ara, konağın alt katını üst katına bağlayan çift kollu ahşap merdiveni çıkamadığını söyleyip, yatağını büyük odadan, içinde taş bir ocak olan alt salona taşıttı. Ama dedesinin ve mukavelat muharriri olan babasının izinden giderek hukuk fakültesini bitiren ve avukat çıkan Nihat’ın karşılanması, gönüllü inzivasına ara vererek, evin çift kanatlı ahşap kapılarının açıldığı çeşmeli avluya çıkmasını hak edecek kadar büyük bir olaydı. 

Nihat önce dedesi Mehmet Nihat Efendi’nin elini öptü ve hayır duasını aldı. Sonra sıra ile babası Nurullah Bey ve amcası Sadullah Bey ile selamlaştı. Annesi Ferhunde Hanım ile Park İskelesi’nden beri beraber olduğu için onu sona bıraktı ve yengesi Münevver Hanım’ın da elini öperek, sırayı tamamladı. Sadullah Bey ve Münevver Hanım’ın oğlu küçük Nedim ise çoktan Ala ile birlikte mandalina ağaçlarının arasında bir koşu tutturmuştu. Nedim’in kahkahalarına karışan yavru köpek havlamaları, bir yakınlaşıp bir uzaklaşarak bahçeyi dolduruyordu. 

Nihat’ın eve dönüşünü takip eden ilk haftalar, hayırlı olsun demek için yemeğe veya çaya gelen diğer eşraf ailelerinin ziyaretleri ile dolu geçti. Ferhunde Hanım, eltisi Münevver’e yıkatıp ütülettiği avukatlık cübbesini ahşap bir elbise askısına geçirmiş ve alt kattaki odaların kapılarının açıldığı büyük ve gösterişli giriş holünün duvarındaki yaldızlı aynanın üzerine asmıştı. Nihat’ın cübbeli mezuniyet fotoğrafı da ayna çerçevesinin kenarına iliştirilmişti. Şayet konuklar geldiğinde Nihat evde ise, Ferhunde Hanım cübbesini giyerek misafirlerin yanına çıkmasında ısrar ediyor, değilse, eve girildiğinde fark edilmemesi mümkünmüş gibi, askıyı ve fotoğrafı alarak, misafir ağırlamak için kullandıkları üst salona çıkarıyor, herkesin Nihat’ın cübbesini ve fotoğrafını gördüğünden emin oluyordu. İlk başlarda bu Nihat’ın da hoşuna gitti, fakat bir süre sonra annesinin gereksiz kibrinden rahatsız oldu ve misafir geleceği günler bir bahane ile kendini sokağa atmaya başladı. Bazı günler eski arkadaşları ile buluşuyor, bazen babasının yanına uğruyordu. Bir seferinde de merakına mağlup oldu ve amcası Sadullah Bey’in arastadaki dükkanına kadar gitti. Ama akşam eve ayrı ayrı döndükleri gibi, bu ziyaretten ikisi de bahsetmediler. Çünkü Sadullah’ın hukuk okumak istememesi, hatta bunu bir adım öteye götürerek, babasının rica ve nüfuzu ile yerleştirildiği sair devlet memuriyetlerinden istifa ederek arastada dükkân açması ve ticaretle uğraşması, aile için her zaman bir utanç ve kaygı vesilesi idi. İkinci dünya savaşı patladığında, henüz kırkı çıkmamış Nedim’in hatırına, babasının sözünü son kez dinlemiş ve devlet memuriyetine dönmeyi kabul etmişti. O yıllarda devlet memurlarına bilâ bedel erzak dağıtılırdı. Sadullah Bey’de üç aylık hizmetinin sonunda eve bir çuval un, bir çuval şeker, bir teneke yağ, beş kilo kuru fasulye ve beş kilo pirinç ile döndü. Fakat kapıdan girer girmez karısı Münevver'i çağırdı ve müdürünün verdiği her şeyi mahalledeki fakirlere dağıtmasını istedi. Ertesi gün memuriyetten de istifa etti. Böylece Mehmet Nihat Efendi’nin oğlunun adam olacağına dair içinde beslediği son umut da söndü. Gelini Münevver ile konuşmaya ve torunu Nedim’i sevmeye devam etti fakat bayramlarda elini öptürmenin dışında Sadullah ile selamı sabahı kesti. 

Mehmet Nihat Efendi küçük oğlu ile arasına mesafe koyunca, Ferhunde’ye gün doğdu. Eve gelin geldiği günden beri kozunu paylaşamadığı eltisini ezmek için bunu bir fırsat olarak gördü ve ev işlerini Münevver’in üzerine yıktı. Her ne kadar çarşamba günü bahçeye kurulan kazanlarda kaynatılan çamaşırlara yardım etmek için Fitnat Hanım gelse de, yapılacak iş çoktu. Baş odalarda iki taş ocak, alt ve üst katlardaki hollerde iki büyük çini soba ve biri alt, biri üst salonda olmak üzere iki soba daha vardı. Bunların her gün temizlenmesi ve yeniden doldurulması gerekiyordu. Tuvaletler pek çok evde adet olduğunun aksine içerideydi ama dahili su tesisatı yoktu. Eller, lavaboların üzerine yerleştirilmiş musluklu küplerden akan su ile yıkanırdı. Toprak küpleri bahçedeki çeşmeden doldurmak zahmetli fakat gerekliydi. Şehir deniz seviyesine kurulduğu için en fazla iki metre kazıldığında yer altı suyu ile dolan fosseptik çukurlarını, bir de musluktan serbestçe akarak çoğalacak su sarfiyatıyla boğmak istememişlerdi. Ama bütün gayretlere rağmen, kuyular en geç altı ayda bir dolardı ve lağımcı Mümin’e haber salınması gereken gün gelirdi. Mübin kuyunun üzerini kapatan ahşap dilmeleri kenara çeker ve telden halatların ucuna bağlanmış tenekeleri ile kuyuyu boşaltır, içinden çıkanları mandalina ağaçlarının dibine serer ve bu iş için beş liradan fazla para alırdı. Mevsim kışa dönüp yağmurlar başladığında Mümin’in yirmi günlük kazancının, valinin iki aylık maaşını geçtiği olurdu. 

Münevver, bu kışla kadar evi temiz, düzenli ve yaşanılır halde tutmak için sabah ezanından önce kalkar, abdestlikten başlayarak bütün küpleri kontrol eder, eksikleri varsa tamamlardı. Sobaların ve ocakların yakılması, yemek, çamaşır, ütü ve daha ne kadar iş varsa, hepsi Münevver’e ve eve ne zaman geldiğini artık kimsenin hatırlamadığı emektar Hafize Hanım’a bakardı. Ama Münevver’in ‘abla’ dediği Ferhunde’ye kızgınlığının sebebi bunlar değildi. En çok, kayınpederi Mehmet Nihat Efendi için hazırladığı yemek tepsisini mutfaktan çıkar çıkmaz elinden almasına ve ‘Beyba, bak bugün senin için neler pişirdim’ diyerek odasına götürmesine içerliyordu. Bir başka kırgınlık mevzusu da Nihat döndükten sonra ortaya çıktı. Münevver’in her hafta yıkayıp, ütüleyip Ferhunde’nin istediği gibi aynanın üzerine astığı cübbe, parlak kumaşı ve sırma işlemeli yakası ile Nedim’in ilgisini çekiyordu ve ne zaman cübbeye dokunmak istese, yengesi kuru ve kemikli parmakları ile çocuğun tazecik eline bir şamar indiriyordu. O yıllarda büyüklerin yanında çocuğunu sevmek veya korumak ayıp sayıldığından Münevver ne kadar üzülse de sesini çıkartamazdı ama Hafize Hanım ağzının içinde ‘Tüh ellerin kırılsın’ diye söylenirdi.

Allah’tan Nurullah Bey ve Nihat, Ferhunde Hanım’ın zaman zaman zalimliğe varan despotluğunu hiçbir zaman benimsemediler. Hatta Nihat, Nedim’i evin sıkıntılı havasından kurtarmak için çarşıda kiraladığı yazıhanesine götürüp getirmeye başladı. Dedesinin avukatlık günlerinden kalan ve bahçedeki depoda çürümeyi bekleyen yazı masası, sandalyeler, misafir koltukları bu yazıhanede yeniden hayat bulmuştu. Nedim vaktini Ferhunde yengesinden uzakta Nihat’la geçirmeyi seviyordu. Onun müvekkilleriyle konuşmasını izlemek, misafirlere çay, kendisine meyveli gazoz söylemek hoşuna gidiyordu. Nihat kuzenini tanıdıkça onun aslında akıllı bir çocuk olduğunu anladı ve adliyeye evrak götürüp getirmek işini de yaptırmaya başladı. Nedim’in adliye kapılarını aşındırmaya başlaması ile birlikte, mahallede kurduğu oyunlar da mahkeme salonunda ya da avukat yazıhanesinde geçer oldu. Annesi denize kaçmayı unuttuğu için memnundu ama diğer çocuklar, kırık sandalyelerden ve meyve sandıklarından kurulan bu mahkemelerden bir müddet sonra sıkıldılar. Böylece bütün iş Ala’ya kaldı. Ala bazen mübaşir, bazen karşı tarafın avukatı, bazen davalı, bazen de davacıydı. Nedim, Nihat’ın cüppesine dokunması yasaklandığından, bahçedeki depoda bulduğu eski perdeden kendisine bir de cüppe uydurmuştu. Şehrin nadir gördüğü bunaltıcı bir Pazar gününün öğleden sonrasında, perdeden cübbesini giyip, mübaşir Ala’ya davalıları içeri almasını söyleyecekti ki, Ala’nın hayali mahkeme salonunda olmadığını fark etti. 

“Ala, Ala neredesin oğlum?” diye seslenerek bahçenin diğer tarafına gitmek üzere yerinden kalkmıştı ki, artık iyice palazlanmış olan köpeğinin, çamaşır ipinden aşırdığı avukat cüppesi ile kendisine doğru koşarak geldiğini gördü. Ala, Nedim’in yanına gelince, cüppeyi ayaklarının dibine bıraktı. Sahibinin haftalardır hasretini çektiği cübbeyi alıp getirdiği için kendisiyle gurur duyuyordu. Nedim eğildi, cüppeyi yerden aldı. Ala’nın diş ve pati izlerinden perişan ve salya içindeydi. 

“Ah Ala ya, ne yaptın sen?” 

Nedim, cübbeyi gizlice ipe asmak ve ortadan kaybolmak niyetiyle hareketlendiği sırada, evin bahçeye açılmış kapısından neredeyse bir çığlık yükseldi. Ferhunde Hanım, oğlunun kıymetli cüppesini yerlerde sürünür halde görünce histeriye benzeyen bir öfke krizine tutulmuştu. Yaşından hiç beklenmeyen bir çeviklik ile bahçeye fırladı. Sağa sola şöyle bir bakındı ve çeşmenin yanındaki kazanın içinde duran çamaşır tokmağını alarak Nedim’e doğru koşmaya başladı. Bir yandan da “ben sana o cüppeyi bir daha ellemeyeceksin demedim mi” diye bağırıyordu. Yengesinin öfkesinin çığırından çıktığını anlayan Nedim, mandalina ağaçlarının altına doğru kaçmaya başladı. Fakat dünyadaki ilk birkaç gününü saymazsak, insanlardan Nihat’ın ve Nedim’in iyiliklerinden başka bir şey görmemiş olan Ala, kaçmak yerine, neşeyle zıplayarak Ferhunde Hanım’ın oyununa katılmayı tercih etti. O yüzden Ferhunde Hanım, çamaşır tokmağını yavru köpeğin kafasına indirdiğinde, kırılan kemiklerinin sesi, bahçe duvarından atlamak üzere olan Nedim’in kulağına kadar ulaştı. 

Çocuk büyük bir hızla geri döndü. Yengesi bu sefer de yalpalayarak kaçmaya çalışan Ala’nın peşine düşmüştü. Nedim yaşından beklenmeyecek bir cesaretle çamaşır tokmağı ile köpeğinin arasına girdi ve önce Hafize Hanım, sonra annesi, babası, amcası ve hatta dedesi Mehmet Nihat Efendi bahçeye dökülüp, kendisini yengesinin elinden kurtarana kadar da çekilmedi. Bu arbededen faydalanan Ala da bahçe duvarının tamiri ihmal edilmiş yıkık bir yerinden atlayarak kayıplara karıştı. 

O akşam güneş batarken, Ferhunde Hanım’ın evdeki hakimiyeti sona erdi. Çünkü Mehmet Nihat Efendi, her ne kadar Doktor Galip Bey pek yakında tamamen iyileşeceğini söylemiş olsa da torununun kolunu dirseğinden çatlatacak kadar ileri giden gelinine, hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde ‘gözüm görmesin seni’ demişti. Gel lakin, yengesinin tartaklamalarından kurtulan, hatta istediği zaman Nihat ağabeyinin cüppesine dokunma, giyme ve oynama hakkı elde eden Nedim mutsuzdu. Çünkü Ala ne o gece ne ertesi gün ne de takip eden haftalarda geri dönmedi. 

Eylül ayının bitmesi ile birlikte okullar açıldı. Nedim, okula veya Nihat’ın yazıhanesine veya babasının dükkanına giderken, Park İskelesi’ne inerken, bahçede oynarken, mahalleyi turlarken, hep Ala’yı görmek umudu ile etrafına bakınıyordu. Mevsim yeniden yaza döndüğünde Nedim’in kolu çoktan iyileşmişti, boyu en az dört parmak uzamıştı, okuduğu okulda en üst sınıfa geçmişti fakat Ala dönmemişti. 

Ala’nın geri gelmeyeceğine ikna olduktan sonra bahçedeki mahkemeyi dağıttı ve mahalledeki çocukların oyunlarına katıldı. Bu yaz, bir önceki yıla göre biraz daha uzlaşmaz ve dik başlı görünüyordu. Bazı akşamlar babasından sonra eve girmekten çekinmiyor, diğer çocuklar ile birlikte denize kaçıyor ve annesinden çeşme başında yediği dayaktan da artık korkmuyordu. 

Temmuz ayı gelip, havaların bu şehir için bile sıcak sayıldığı bir gün Nedim arkadaşları ile birlikte yine denize gitti. Donla kalana kadar üstlerinde ne varsa çıkarıp, çalınmasın diye kuma gömdüler. Sonra kendilerini sağı solu belli olmaz dalgaların kucağına bıraktılar. Ölümcül dip akıntılarının yer yer oyup, yer yer yükselttiği kumulların üzerinde yüzerek eğleniyorlardı. Oyuklarda ‘göle düştük’ yükseltilerde ‘tepeye çıktık’ diye gülerken, kıyıdan uzaklaştıklarını fark etmediler. Oysa dip akıntıları çelimsiz çocuk bedenlerini gittikçe açığa atıyordu. Sürüklendiklerini bir müddet sonra fark ettiler ancak bu sefer de güçleri geri dönmeye yetmedi. Ellerini ayaklarını hepten dolaştıran büyük bir korku ve gittikçe büyüyen panikle bir batıp bir çıkarak bağırmaya başladılar. 

Nedim, yanı başında uzun kulaklı, kızıla çalan kahverengi bir kafa fark ettiğinde kendini kaybetmek üzereydi. Ala başını Nedim’in iki yanda amaçsızca çırpınan güçsüz kollarının altına sokuyor, kendisine tutunsun diye uğraşıyordu. Sonunda güçlükle de olsa, Ala’nın boynundaki tasmayı tutmayı başardı. Köpeği, sahibini kıyıya güvenle dönebileceği bir noktaya kadar getirdikten sonra, çırpınmaya devam eden diğer çocukların yanına geri döndü.

Rüzgârın hafif hafif dalgalandırdığı denizdeki batıp çıkmaları fark eden bir kayık, iskeleden ayrılıp, çocukların yanına geldiğinde Ala, Nedim ve arkadaşlarını, hiç değilse akıntı ile denizin içine çekilmeyecekleri yere kadar sürüklemeyi başarmıştı. Kayıktaki balıkçılar usta hareketlerle çocukları sudan aldılar. Nedim kendine gelince “Ala’yı da alalım, köpeğim var suda” diye bağırmaya başladı. ‘Köpek falan yok oğlum’ dedi balıkçılardan biri, sizi bugün evliyalar kurtardı. 

Nedim birkaç hafta sonra, tekrar deniz kenarına indi. Kıyafetlerini kuma gömdükleri yerlerde dolaşırken, bir kayanın dibinde, Ala’nın parçalanmış ve tuzlu suda kalmaktan çürümüş deri tasmasını buldu. İçinden 'Ala'ydı işte, biliyordum' diye geçirdi. Oysa onları kurtaran balıkçılar dalgaların arasında Yunus Peygamberi gördüklerine yemin ediyorlardı.

(İstanbul’da, ikibinondokuz senesinin Mart ayı’nın dördünü beşine bağlayan gece, evin salonunda, ‘bir yedikçe kilo almayanları, bir de güzel öykü yazanları kıskanıyorum’ diye düşünürken yazıldı…)




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı