Ana içeriğe atla

Deist bir Citrillus Lanatus’un Varoluşçu Günlüğü




Sevgili Günlük,

Bu günlerde aklımı en çok ‘Hasattan sonra hayat var mı’ sorusu kurcalıyor. Dün bu konuyu diğer Citrillus Lanatus’lar ile de tartışmak istedim ama beni ‘Moral bozmak’la suçladılar. Neymiş efendim, hiç durmadan hasat gününü düşünerek şimdiki anın güzelliklerini kaçırıyormuşum. Meğer çiçekten meyveye yeni dönmüşüz, ılık yağmurlar yeni başlamış. Güneşin kavurduğu hasat günlerini düşünmek için çok erkenmiş ve daha bir sürü zırva…

Diğerleri beni anlamadıklarını söylüyorlar ama, işin gerçeği şu ki; ben onları, onların beni anladığı kadar bile anlamıyorum. Bu tarlaya nereden geldiğimizi bilmiyoruz, neden geldiğimizi bilmiyoruz, başka tarlalar var mı, yok mu onu bile bilmiyoruz. Bildiğimiz tek şey hasat günü diye bir şey olduğu ve eninde sonunda geleceği… Buna rağmen hayatımızdaki tek gerçekten bahsettim diye, beni neşelerini kaçırmakla suçlamaları ne kadar akıllıca acaba?

Geceleri gökyüzüne bakıyorum. Göz alabildiğine uzanıyor. İçinde binlerce parlak ışık var. Elimde olmadan, bu gökyüzünün altındaki tek tarla bizimki mi, diye soruyorum kendime. Bu siyah örtü, sadece bizim yapraklarımıza serin bir çiğ yağdırmak için mi burada? Peki güneş, sabahları yalnız bizim için mi doğuyor? Diğerlerine sorarsan cevap tereddütsüz bir ‘evet’… Her şey bizim için… Gece ve gündüz, altımızdaki kumlu toprak, üzerimize yağan ıslak yağmur, köklerimizi havalandıran solucanlar, çiçeklerimizi tozlaştıran arılar ve hatta insanlar… Dün iki sıra yanımdaki Citrillus’lardan biri ‘insanlar bizim tarhlarımızın arasında rahatça dolaşabilsinler diye köksüz yaratılmışlardır’ dedi. Sırf bu yüzden ayakları varmış. Arkadaşım bunları söyledikten sonra çok düşündüm. Gerçekten de sadece bizim için buradalarmış gibi bir halleri var. Ayaklarının uzunluğu, gövdelerimizin arasında kalan toprak mesafesi kadar. Hareket ettiklerinde tümseklere ve çukurlara göre hafifçe eğilip, bükülüyor. Arkadaşım, insanların ayaklarının tarlada yürümeye bu kadar elverişli olmasının bile tek başına Tanrı’nın etrafımızdaki her şeyi bizim için yarattığına bir delil olacağını söyledi. Gerçi ben soru sormaktan kolayca vazgeçen bir Lanatus değilim ama, insanların elleri benim de kafamı karıştırıyor. Zararlı otları ayıklamakta o kadar becerikliler ki, bu iş için yaratılmadıklarını düşünmek imkânsız. Ayrıca hastalanırsak veya yağmurlar yeterince yağmazsa ve bu yüzden kalın yeşil kabukların içindeki kırmızı yüreğimiz yeterince gelişmezse ne yapacaklarını da çok iyi biliyorlar. Bazen insanların gerçekten bizim için yaratılmış olduklarına ben de inanmak istiyorum. Hatta kendimi onlara borçlu bile hissediyorum. Çünkü kökleri ve yaprakları olmadığı için ne hava ne de topraktaki suyu alamıyorlar. Kabukları olmadığı için bize hayat veren güneş, incecik derilerini kavuruyor. Derileri ince olduğu için yılandan, akrepten hatta arılardan bile korkuyorlar. Ne zayıf bir yaradılış… Gerçekten inanılır gibi değil.

Bazı Citrillus Lanatus’lar hasat günü geldiğinde, insanların ellerinde toprağımızdan Tanrı katına yükseleceğimizi söylüyorlar. Hasattan sonraki hayatımıza, Tanrı’nın cennet bahçesinde devam edecekmişiz. Bu bahçeye girebilmek için bize sunulan, hava, su, toprak ve insanların varlığına şükrederek olabileceğimiz en iyi Citrillus Lanatus olmak için çalışmamız gerekiyormuş.  Bazıları da Tanrı’nın bahçesindeki yerimizi almadan önce defalarca kökleneceğimizi iddia ediyorlar. İlk seferinde en iyisi olmayı başaramazsak, olana kadar yeniden gelecekmişiz bu tarlaya.

Sonuçta Tanrı’ya ben de inanıyorum. Ama varoluşumuzun amacının ‘olabileceğimiz en iyi Citrillus Lanatus olmak ve cennet bahçesinde sonsuza dek yaşamak’ olduğuna inanmakta diğerleri kadar başarılı değilim. O yüzden yazdıklarıma bu akşamlık nokta koyacağım. Nereden gelip nereye gittiğimi veya hasat gününe ne kadar kaldığını bilmesem de gecenin karanlığını seyretmeyi sevdiğimi biliyorum.


(İstanbul'da, ikibinondokuz senesinin Mart ayının on birinci günü, ofiste, aklını farklı çalıştırabilmek ümidi ile, çaresizce Citrillus Lanatus gibi düşünmeye çalıştığı saatlerin sonunda, Citrillus Lanatus kılığına girmiş bir Gülfem olmaktan öteye gidemediğini fark etmenin acısı ile yazıldı.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı