Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Nokta

  “Ben gençken kaval çalmaya meraklıydım. Çok da güzel çalardım. Ama babam izin vermedi.” “Neden?” “Çingeneler çalarmış kavalı…” “Haydaaa…” “Vazgeçmedim, gizli çalmaya başladım. Fakat bir gece yakalandım.” “Ne oldu peki?” “Ne olacak, eşek sudan gelene kadar dövdü beni rahmetli. Toprağına güç gitmesin, eli ağır adamdı.” Yıllar önce sürgün edildiğim topraklara doğru yol alan Kirpikler Kraliçesi’nin güvertesinde, ocakçı Fehim’le sohbet ediyoruz. Cebimden paketimi çıkardım. Bir tane de Fehim’e ikram ettim. Sigaralarımızı yaktık. Dumanın yarısını, içime çekmeye kalmadan rüzgâr alıp götürdü. Fehim nasırlı avucunun içine saklayarak içiyor sigarayı. Gemi adamı neticede, raconu biliyor.   Evi, barkı, çoluğu, çocuğu yok. Biraz harabat, biraz berduş. On yedi yaşında babasından yediği dayağı ar etmiş, evden kaçmış. “Şu filikaları görüyor musun doktor?” Başımı evet anlamında salladım. “Gündüz filikanın içine yatıyordum. Brandayı da üzerime çekiyordum. Öyle bir siniyordum ki, g
En son yayınlar

Kitaplar da Biter Bazen

‘Peki, sonra ne oldu?’ diye sordu, pörtlek gözlerini daha da pörtleterek… İçimden ‘elinin körü oldu’ demek geçti. Ama demedim. Onun yerine sigaramdan derin bir nefes çektim. Sevmiyorum bu kızı, orası kesin. Fakat iş başımdan savmaya gelince, basiretim bağlanıyor nedense.   ‘Gerçekten mi’ diye sordum. ‘Hikâyenin sonunu hala merak ediyor olamazsın Bukle?   ‘Evet’ dedi. ‘Gerçekten merak ediyorum. Etmesem neden sorayım ki?’ Hayatımda çok roman kahramanı gördüm, fakat bu kız kadar andavallısına hiç rastlamadım. Üç yüz sayfa yerin dibine soktum, çıkardım, yine de akıllanmadı. Hala peşimde… ‘İyi madem’ dedim. Gel otur, dinle öyleyse. Yalnız bu sefer çay içilecek. Şarap bulunca, Hamidiye suyu gibi dikiyorsun tepene, sonra yine ben uğraşıyorum. Omzunu hafifçe silkti. ‘Tamam, dedi. Çay içelim. Gerçi geç oldu, uykumuzu kaçıracak ama öyle diyorsan…’ Garsona işaret ettim; oğlum bize iki tane çay getir, biri demli olsun… Bukle ile Boğaz’ın eski restoranlarından birinde, kömür sobasın

Hasbelkader…

Bendeki Arapça sevgisinin mimarı babamdır.  Kendisi, Osmanlıca konuşulup, eski Türkçe yazılan bir evde büyüdüğü için, Farsçaya da Arapçaya da aşinaydı. Ama Arapçaya özel bir teveccühü olduğunu kabul etmek icap eder. Her nedense; bu dilin kelime türetme şekillerinden etkilenir, özel bulur ve takdir ederdi. Babasına hayran her kız çocuğu gibi, onun bu ilgisini çocuksu bir gayretle benimsediğimi hatırlıyorum. Sonradan babamla yollarımız zihinsel ve duygusal olarak ayrıldı ama Arapça sevgisi, gözümün rengi gibi, sağ göz kapağımın diğerinden hafifçe düşük olması gibi, yüksek tansiyonum veya dondurma sevmemem gibi ondan bana tevarüs etti ve o bu diyardan ebediyen gittikten sonra da benimle kaldı. Hafıza-i beşer nisyanla malüldür. Yani insan unutur. Bazıları çok, bazıları az unutur ama bir yerden sonra hepsi aynı kapıya çıkar. Ben az unutanlardanım. Ama yine de lanet mi, ödül mü olduğu belli olmayan bu insanca özellikten nasibimi almışım. Babamın köküne, ekine kadar ayırıp ince ince anlattığı

Nasıl Yazar Olunur?

Yazar olmanın birinci şartının güzel ve anlamlı yazmak olduğunu sanıyorsanız, yanılıyorsunuz… Konunun yazma ile illaki bir ilgisi vardır ama kesinlikle sizin düşündüğünüz kadar değildir. Okuma yazma öğrenmiş olmak, diğer kriterleri karşılıyorsanız, yazarlığın “yazı ile ilgili kısmı” için yeterlidir. Buraya kadar geldiyseniz, okuma yazma bildiğiniz aşikar. O yüzden lafı uzatmadan konuya girelim derim ben... Woody Allen’a 'İyi yazmak için ne gerekir?' diye sorduklarında “Bir daktilo ve çarpık bir dünya görüşü” demişti. Bana sorarsanız bu sorunun cevabı; Bir dizüstü bilgisayar ve kâfi miktarda mutsuzluktur... Söylediğimi ‘Deli midir, nedir’ diyerek hemen yabana atmayın. İnanmıyorsanız Umberto Eco’ya bakın; Mutlu insanın hikayesi olmaz, der Eco… O benden daha iyi bir yazar olduğu için daha güzel söylemiş ama sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkar. Burada dikkat edilmesi gereken, sizi yazın dünyasında zirveye taşıyacak olan mutsuzlukların temelinin çocukluk çağlarında atılmış olması

Diyetler ve Tartılar Üzerine

Bundan on yıl önce Tefal marka bir tartı almıştım. Geçenlerde bozuldu. Üç kadına sabah akşam hizmet ettiğini ve ilaveten Defne’nin lenduha kadar bavullarını da tarttığını düşünürsek, bence iyi bile dayandı. O yüzden yenisini de aynı markadan almanın iyi olacağı düşündüm ve adet olduğu üzere internetten fiyat bakmaya başladım. Anladığım kadarı ile birçok insan bu markanın performansı konusunda benimle aynı fikirdeydi. Çünkü en basit modellerinin fiyatı bile, standart Türk ailesinin aylık mutfak masrafını geçmişti. Çaresiz kampanyaları araştırmaya başladım ve en sonunda kendi maddi imkanlarımız doğrultusunda ulaşılabilir fiyatlı ürünü Carrefour’da buldum. Geçtiğimiz pazar günü Mimarlar Odası’nın yönetim kurulu seçimleri vardı. Odanın merkezi Karaköy’de. Hava da aksi gibi çok güzel. İstanbul yazdan kalma bir gün geçiriyor. Trafiğin Arap saçı gibi olacağını bilmek için alim olmaya gerek yok. Kendi kendime ‘hadi bir güzellik yap, kır zincirlerini, Marmaray’a bin’ dedim. Bir yanda