Ana içeriğe atla

Tanrım, bir daha böyle yaparsan, ölümü gör...

Bence bizi insan yapan, zaman zaman diğerlerinden ayıran, bazen tercih edilir hale getiren veya nefretle anılmamıza sebep olan en önemli şey ‘espri yapabilme’ kabiliyetimizdir. Hayata komik bir pencereden bakabilmek, yaşamı kaldırabilmek için bence akıllıca bir yoldur. Mesela; bazen güzellikleri çoğaltır, bazen dayanılması imkansız olanı dayanılabilir hale getirir...  Kendimce;  her birimizin Tanrı’dan bir parça olduğuna yürekten inanırım. Dolayısı ile sahip olduğumuz tüm duygular Tanrı’dan gelir... Ve   gelenler arasında  en özel ve en güzel şey şaka yapabilme kabiliyetidir. Dolayısı ile benim Tanrım espirili bir Tanrı’dır ve şaka yapmayı sever... Yalnız espiri anlayışı bizden biraz değişiktir, o ayrı...
Kendisinin en sevdiği şaka, anlaşıldığı üzere, fukaranın eşeğini önce kaybettirip, sonra buldurma şakasıdır. Zavallı fukaralar eşşekleri konusunda çok hassastır... Hepsinin kendi meşrebince bir eşşeği vardır: mal, mülk, sağlık, aşk... Tanrı şakanın etkileyici olması için senaryo üzerinde incelikle çalışır. Öncelikle fukaranın hangi konuda hassas olduğu tespit edilir, konuya uygun senaryo yazılır ve perde....
Konudan katiyetle habersiz olan fukara, hoplaya zıplaya sahneye gelir... başına örülen çoraptan zerrece haberi yoktur. Zaten oyunların etkileyici olmasının birinci kuralı da, habersiz sahneye konmasıdır.
Neyse ne... Lafı uzatmayalım. Geçenlerde Tanrı’nın espri kabiliyetine kurban giden fukara bendim... Fena halde keklendim. Nasıl mı? Anlatayım....
Bundan iki ay önce doktora gittim. Bana uzun süre kullanmam gereken bir ilaç verdi. Uzun derken, iki yıl boyunca, günde iki kez alıcam bu zıkkımı... İlaç süper, konusunda tek çözüm... Yani içicem, konu ile ilgili bütün dertlerim bitecek. Oh ne ala memleket. Fakat burada gülü sevenin katlanması gereken bir diken var. İlaç inanılmaz tedavi edeci gücünün yanısıra, dikkatli olunmazsa karaciğeri yoruyor. Bu yüzden kullanıldığı sürece izlenmesi gerekiyor. Doktorum bundan ötürü, bana bir karaciğer fonksiyon testi yazdı,  adet olduğu üzere dibine bir de kan testi ekledi,  beni laboratuara gönderdi.
Gittim,  testi yaptırdım ve sonra günlük koşuşturmanın içinde sonucunu almayı unuttum... Ne vakte kadar... geçen haftaya  kadar... Geçen hafta aklım başıma geldi ve ‘Aaaa benim bir kan testim vardı, bir dünyada para verdik, allah verede kaybetmemiş olsunlar sonucu’ diye düşünerek adamları aradım ve testi fakslamalarını istedim.
Buraya kadar herşey tamam... ama burdan sonrası karışık... test geldi, o ne? Bazı değerleri kırmızı ile yazmışlar. Ayrıca yanında ünlem işaretleri de var... hemen açtım google’ı...  yanında ünlem olan değerleri,  önümdeki test kağıdından baka baka arama motoruna yazmaya başladım. Ama kazmalık bu ya, baka baka yazıyorum, yine de yalnış yazıyorum. Google ikide bir ‘onu mu demek istedin, bunu mu demek istedin’ diye sorup duruyor... neyse güç  bela değerleri girip ara tuşuna basıyorum ki  ne görsem beğenirsiniz...  dramım sayfadan bana göz kırpıyor: ‘akut lösemi’....
Buyurun cenaze namazına... adam altına belirtilerini de yazmış:  Aşırı yorgunluk, diş etlerinde kanama, ateş, enfeksiyona yatkınlık...  hepsi bende var, alâsı var hemde... aşırı yorgunum, hatta geçenlerde ofiste uyuya kaldım, hem de bir proje toplantısının orta yerinde... Diş etlerimde kanama da  var...  Ateşim eskiden de var mıydı bilmiyorum ama şu anda kırk dereceyi geçtiğine garanti veririm. Enfeksiyona yatkınlık dersen zaten  son aylarda ya gribim, ya nezle...  burnuma sıktığım damlaları uç uca eklesem,  buradan bizim köye köprü olur. Yazının devamında nabız atışında artış diyor...  Doğru ya,  nabız önemli bir gösterge... doktorlarda hep nabıza bakmazlar mı? O zaman bende bakayım... nerde benim nabzım... ayol nabız yok... başlıyorum kol boyunca aramaya... on dakika debelendikten sonra nabzımı buldum, şükür yarabbi... ben bulana kadar zavallı nabız yüzaltmışa vurmuş, o ayrı...
Gittim bir yere oturdum...  Bir bardak su içtim, bilgisayarımı dizime koydum ve okumaya devam ettim... Okudukça gördüm ki; bütün belirtiler bende var... hatta löseminin dışında başka keşfedilmemiş hastalıklarım da var...  ah Allah’ım ne olacak şimdi.? Halbuki ben ne kadar iyi bir kadındım.  Anlaşılan bir hiç yüzünden ölüyorum... Tamam anlaşmaya göre kazık kakmak yok, biliyorum... vakti gelince herkes pılısını pırtısını toplayıp gidecek.  Ama herkes buradayken ben neden erken erken gidiyorum şimdi...  birden üniversitenin ‘garden party’lerinde bütün arkadaşlarım çılgınca eğlenirken, babamın beni saat 10:00’da gelip almasını hatırladım. O zamanda aynen böyle hissederdim. Eğlence daha yeni başlamışken bırakıp gitmenin hüznü birkez daha üstüme çöküyor. Hiç bir partide sonuna kadar kalamamıştım, burada da kalamıyorum, öyle mi? Kaderim, kötü kaderim... başlıyorum ağlamaya....
Öyle hazin, öyle masum, öyle çaresiz ağlıyorum ki.. İçimi çeke çeke ağlıyorum. O sırada gözüm karşımdaki aynaya takılıyor. Yüzümü görüyorum. Gözlerim ne kadar da güzel bakıyor. Aynadan bakan sadece bir kadın değil, aynı zamanda kurbanlık bir koyun, hem de röfleli bir koyun... Vakit yetti, vade doldu. Birazdan alıp götürecekler. İçimden  ‘ne bu acele’ diye geçiyor... daha karpuz keseceğdik... kısmet değilmiş demek ki.. nazar, vallahi hep nazar...
Birden aklıma doktorumu aramak geliyor.  Bu testi bana yazan bir doktor vardı, di mi? ben kendi kendime gidip, kardeşim sen benden bir kan al, bak bakalım birşey var mı? Akut lösemi falan olmasın, demedim herhalde..  Ayrıca, ölüyü öldürene sürütürler. Madem bu testi bana O yazdı, cevabını da O versin...  Arıyorum: dıııttt... aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor, lütfen daha sonra tekrar deneyiniz...
Bir anlığına dinmiş olan gözyaşlarım tekrar akmaya başlıyor. Ölüyorum, hem de yapayalnız ölüyorum.
Ağlaya ağlaya uyumuşum.... Uyandım, hava  kararmış. Neşe içinde kenarında kıvrıldığım koltuktan zıpladım. Bu gece arkadaşlarımla buluşup alemlere akacaktık. Hemen giyinmem lazım, hazırlanmam lazım... peki ben neden burada kıvrılıp uyumuştum acaba? Son zamanlarda çok geziyorum. Yorgunluktan sızıp kaldım herhalde... sümüklerim de akmış, burnum tıkalı... klimanın altında yatıp yine nezle mi oldum ben?  Derken birden hatırladım; ne nezlesi ayol... uyuya kalmadan önce akut lösemi olmuştum...  en son yapayalnız ve acılar içinde ölüyordum...
Ölüm kapıya gelince, insan o bıkıp usandığı hayata bir bağlanıyor, bir bağlanıyor... o kadar olur... beyin sürekli çareler arıyor. Ben de düşüne düşüne, birden kuzenimin doktor olduğunu hatırlıyorum. Biz kendisinin kısa pantalonla gezdiği hallerini bildiğimiz için, inanmakta zorluk çeksek de, adam koskoca doçent... tıp fakültesinde kürsüsü var, ders veriyor. Aslında çok iyi çocuktur, çok da iyi  doktordur. Tek bir kusuru var, rakıyı içince duygusallaşır, hatta zaman zaman ağlar...
Hemen telefona sarılıyorum. ‘Meriç, merhaba.. ben ölüyorum’... durumumu anlatıyorum, dikkatle dinliyor. Arada sırada ağlamaktan konuşamıyorum falan.. neyse sonunda olanı biteni anlıyor.
Abla, diyor, şu kadar rakı içiyorum, kafam hiçbir zaman senin ki kadar iyi olmuyor. Bu kafayı neyle yapıyosun, kurban olurum, bana da söyle’...  bu değerler kansızlık durumunda değişir, demir hapı al geçer... bir de bugün yaşadıkların sende gaz yapmıştır,  yatmadan önce ılık su iç, kayısı ye, bi şeyciğin kalmaz...
Gözlerimde kuşku pırıltıları yanıp sönüyor. Meriç diyorum, kaç tane rakı içtin  bu akşam, doğru söyle... yok yahu ondört saattir ameliyat yapıyorum, ne rakısı, ağzıma damla koymadım, diyor... yani ölmüyorum, bu durumda öyle mi? ... ölmüyorsun tabii, anladın çok şükür.. yürü git, yaşamana eğlenmene bak, ben içemiyorum, bu gece sen iç bari...
Sevinç içinde giyinmeye koşarken, aklım başıma geliyor,  zınk diye duruyorum: ne dedim ben bu sabah ‘al canımı da kurtulayım’... gözlerimi çevirip gökyüzü yerine başımın üstünü kaplayan tavana bakıyorum: ‘pardon, pardon’...
Artık hazırım... Siz bu satırları okurken ben eğlencenin içine dalmış olacağım... Partiye katılma şansım varken, kaçırmayım...
Kaybedip, yeniden bulduğum sevgili eşşeğimin sırtına atlıyorum, gecenin içine dalıyorum... Giderken aklıma yenile okuduğum kitapların birinden bir söz geliyor:
‘Başına gelenler seni güldürmüyorsa, espriyi anlamadın demektir...’
Tamam, espiriyi anladım. Gerçekten komikti.. Ama ölümü görün, bir daha böyle yapmayın...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı