Ana içeriğe atla

Güneş Tutulması, Ay Bırakılması...

Eve geldim. Dışarıda yağmur, bırak bardağı, kovadan boşalarak yağıyor...  Evde iyi bir şişe şarap olmadığı için üzgünüm. Hani şu iki gece önce, neredeyse hepsini içtiklerimden... Meğer benim şarap içemememin sebebi, bünyemin alışkın olmaması değilmiş... Güzeli denk gelmemiş... Dişime göre bulunca, pek ala bir 70’liği götürebiliyormuşum...
Az önce bir Miller alıp geldim. Buzdolabının sebzeliği Miller dolu... Bize en az üç parti yaptırır. Ekibi toplamak farz oldu. Hem Miller’ları içmek için, hem yaralarımızı sarmak için...
Biten hafta hayatımıza neler neler oldu... Bir tanesi çok üzücüydü. Andıkça hala kalbimiz kanıyor. Şimdi girersem, çıkamam. O yüzden üzerine nurlar yağsın, ışıklar içinde yatsın demekle yetinelim bu sefer... Allah gani gani rahmet eylesin...
Bugün gene güneş tutuldu. Bu güneş ve ay tutulmalarından ben pek birşey anlamıyorum ama anlaşılan onlar benden birşeyler anlıyorlar...Zira, her tutulmada hayatım bir viraj alıyor...
Bundan onyedi ay önce, 14 Ocak gecesi, evliliğim kalbimin derinliklerinde sona ermişti. Ertesi gün bir dostumdan,  bir makale geldi. 14 Ocak son yılların en güçlü ay tutulmasının olduğu geceymiş. Evren, ay tutulmalarında, sürüncemede kalan işlerini  bitiriyordu... Uzayıp, sarpa saran, deyim yerinde ise ‘şey’i çıkan işlerin defteri, ay tutulmalarında dürülüyordu...

Evlilik maceramız, yıllar önce büyük bir aşkla başlamıştı. Denizleri, dağları aşan, kötü yürekleri dize getiren bir aşkla... Ama yıllar içinde, aşktan başka herşeye benzedi. Bitmesi lazımdı... çok önce bitmesi... ama yapamıyorduk, ayrılamıyorduk. Birbirimizden başka hiç kimseyi sevmemiştik. Başkasına  nasıl aşık olunur, bilmiyorduk. Birimiz olmadan diğeri nasıl yaşar, onu da bilmiyorduk... Bu yüzden yıllarca aynı cenderenin içinde kalmaya devam ettik...
Geçmişimizi nadiren düşündüğümde, artık kötü şeyleri hatırlamıyorum. Aklıma nasıl kavga ettiğimiz gelmiyor. Evliliğimizin ilk yıllarını hatırlıyorum daha çok. Teşvikiye’deki minicik evimizin, minicik mutfağında birlikte yemek pişirdiğimiz vakitleri... en çok da fırında pişirdiğimiz dondurulmuş ekmekleri... artık ne alakası varsa...
Bazen alışverişe giderdik. Reyonların arasında dolaşırken kocama bakardım. Bir insan alışveriş yaparken sevilir mi, diye düşünürdüm. Kasadan limon seçerken,  bir adama yeniden aşık olunur mu? Sorsalar ne diyecektim... ben senin en çok market arabasını iten halini mi sevdim?
O’nun hislerinin tanımını bilmiyorum. Ama işler bu hale gelmeden önce, beni sevdiğini billiyorum. Yoksa başka türlü nasıl yapardı, sırf benim için tüm ailesinden nasıl vazgeçerdi... O’na ‘beni seviyor musun, diye sorarken de bilirdim aslında sevdiğini... ama yine de sorardım... kadınlık işte, huy canın altında, can çıkmadan huy çıkmıyor...
Ailesi O’nu, bizi ayırmaya çalışmayacaklarına söz verip, birbirine komşu evlerde oturmaya ikna ettikleri sırada, 7 senelik evliydik. Biri dört yaşında, diğeri sekiz aylık iki çocuğun annesi ve babasıydık... Aslında böyle yazarak kimseyi suçlamak istemiyorum. Lütfen yanlış anlamayın. Kabahat yine bizde...  Dinlemeseydik, inanmasaydık... Otuzdört yaşında eşşek kadar adamlardık. Gözümüzü açsaydık...
İki laf bir büyü yerine geçer, derler... Artık o iki veya ikibin laf mı bir büyü yerine geçti, yoksa olacağımı vardı bilinmez, bu evlilik o komşu evin çatısı altında bitti. Biz birbirimize aşıktık ta, o laflar yüzünden mi ayrıldık?.. Kesinlikle hayır... O laflar yüzünden birbirimizi sevmekten vazgeçmiştik, o yüzden ayrıldık...
Son gece,  beni çok üzen birşey oldu... Çok, ama çok üzen birşey... Hayatımda ilk defa ve şimdiye dek son defa,  o gece kendimi kaybettim.  Ayıldığım zaman, bana bakan gözlerini gördüm. İçinde sevgi yoktu, aşk yoktu, merhamet yoktu, hiçbirşey yoktu... O gözleri gördüğümde benim içimdeki herşey de bitti... Tıpası çıkarılan bir lavabonun deliğinden dönerek akan sular gibi, bütün duygularım içimden aktı gitti...
O gece bir ay tutulması gecesi idi.. Evren, uzun süre önce bitmesi gerekeni, o gece kendince bitirdi...
Devamında; kalplerde biten evlilik, bugün kanunen de bitti... Hakimin Türk Milleti adına verdiği ‘boşanmalarına’ kararı, karşı taraf temziy etmediği için kesinleşti... Sağdan soldan haberler geliyordu, temyiz edecekmiş, boşanmam diyormuş diye... aylardır yüreğim fındık kabuğunun içindeydi. Gönüllerde biteni, kağıt üzerinde devam ettirecek diye aklım çıkmıştı. Anlaşılan söylenenler tevatürmüş, karar bugün kesinleşti... Üstümden dağlar, taşlar kalktı... Kendisine sağduyusundan ötürü minnettarım...
Bugün bir güneş tutulması günü... ay tutulmaları bitişleri, güneş tutulmaları başlangıçları sembolize ediyor..  Aslında içimden, bu kadar da manidar olmak zorunda mıydı, diye düşünmeden edemiyorum ama çare yok... Kader böyle yazıldı, böyle yaşanacak...
Babam, küçükken bana eşyalara, sembollere bağlanmamayı öğretmişti. Bunun için O’na ne kadar teşekkür etsem azdır. Ama bugün dayanamadım, masamın karşısında duran bilgisayar ekranını kaldırttım... Masasını toplattım... Çocukların odasına koydular.. Orada dursun, bundan sonra kızları kullansın... Ekranın köşesinde Deniz’in babasına yaptığı bir resim yapışık hala.. Üstüne ‘seni özledim’ yazmış... Özel eşyalarını alırken, bu resmi neden bırakmış acaba... keşke bunu da alsaymış...
İnsan zaman zaman düşünüyor, neden oldu bunlar diye... Benim cevabım basit... Herşeyin bir sonu olduğunu göstermek için oldu... O’ndan vazgeçmeye yıllarca yanaşmadım... Herşey bittiğinde anladım ki, doğru olan bu değilmiş...  Makbul olan, uymayanın gitmesine, olmayanın bitmesine izin vermekmiş...
Evet dostlar... Güneş tutulması, ay bırakılması derken, bir yazının daha sonuna geldik... Yayında ve yapımda emeği geçen herkese kendi adıma teşekkür ederim. Kumanda masasında ben Güllü, bazı dostlar tarafından hararetle iddia edilen, eski kayınvalide ve kayınpederin beni bu evliliğin acılarından korumaya çalışan, bu yüzden bir araya gelmememiz için ellerinden geleni yapan, aslında koruyucu meleklerim olduklarını iddia eden yaklaşımlarını irdelemeyi başka bir yazıya bırakarak bu gece huzurlarınızdan ayrılıyorum...
Şu aşırı pahalı, süper müzik setim var ya, hani yerli bir otomobil parasına aldığım... O sette şu anda Candan Erçetin dönüyor... Sizi sözlerle başbaşa bırakıyorum.. Müzik mecburen hayalgücünüzden gelecek...

Ben ne çok hata yapmışım meğer,
Gözüm kapalı bakmışım meğer,
Aşkım deyip haps olmuşum meğer,
Bir ömür sürer sanmışım meğer,
Ben boşa kürek çekmişim meğer,
Ağlamam artık gidenlere,
Ağlamam artık bitenlere,
Ağlamam artık üzenlere,
İhanet edenlere...
Olsun varsın, pişman değilim,
Biraz üzüldüm, hepsi bu...



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı