2012- 2013 eğitim ve öğretim yılı
bitti. Ama bu sefer, okul yılının son bulması hakkında sadece ‘bitti’ dersek, haksızlık
etmiş oluruz. Zira içinde iki mezuniyet, bir SBS ve üç adet hazırlık atlama
sınavı barındırıyordu.
Beni şahsen tanımadan, blog yazılarımı okuyanlar için bu bitişleri
biraz açayım. Küçük kızım ilkokulu, büyük kızım ortaokulu bitirdi. İkisine de
mezuniyet töreni ve mezuniyet partisi yapıldı. Çifter çifter elbiseler,
ayakkabılar alındı. Fotoğraflar çekildi. Her törenden önce ailecek kuaföre
gidildi. Sanırsın kızlar mezun olmadı, kocaya gitti...
Büyük kızım, ortaokulu bitiren
her Türk genci gibi, SBS’yi tattı. Bunun üstüne, kendi okulunun lisesine
devam edebilmek için, üç ayrı seviye sınava girdi. Sonunda, az önce söylediğim
gibi, bu merhalelerin her biri aşıldı, biz bavulumuzu topladık, arabamıza bindik, Marmaris Selimiye Koyu’nda ki
mütevazi evimize geldik.
Kendi adıma, bitişleri seviyorum.
Sona eren her aktivite, bir gün gelip hayatımın da biteceğine ve nihayet öleceğime
dair umudumu kuvvetlendiriyor. Sonu
gelen şey her ne ise, salt bitişi ile, içimi
bir sevinçle dolduruyor. Gerçi her bitiş, bir başka başlangıca en yakın olduğumuz
nokta... Bu zaviyeden bakınca, bitişlere değil, başlangıçlara sevinmek lazım
belki. Fakat bu sevinç de, başlangıçların bitişleri kesinleştirmesinden
ötürü... Zira başlamayan hiçbirşey bitmiyor şu dünyada...
İnsan her zaman, bir şeylerin
bittiğini görecek kadar şanslı olmuyor. Çoğunlukla günlerimiz biribirinin
aynısı... Sürünceme denilen şey, hayatımızın içine yayılmış. Sürünmek buradan
geliyor sanırım. Sürüncemede kalan ne kadar konumuz varsa, gerçekte de o kadar
sürünüyoruz.
Sürünmemizin en büyük müsebbibi
zaman... Kendisi akıp giderken, bizi 'şimdi' denilen noktada sabit tutuyor. Ne
bir gıdım ileri, ne bir gıdım geri... Kurtulmak mümkün değil. Ne yaparsak yapalım,
ne yaşarsak yaşayalım, bir önceki anda kalıyor. Yitirdiklerimiz, yanlış
yaptıklarımız ve tadı damağımızda kalan her şeyin kazanılması, düzeltilmesi veya
bir daha yaşanması için, bilinmeyen bir geleceğe gözlerimizi dikerek beklemekten
başka çaremiz yok. Gelecek günlerin bize
istediklerimizi vereceğine inanmak ihtiyacımıza da umut diyoruz. Ki bu zaten başlı
başına kötü bir şey... bir nevi işkence. Mevcut durumu kabul etmemizi engelleyerek,
çektiğimiz acının büyüklüğünü artırıyor..
Quantum fiziği, ışığın olmadığı
yerde, zaman yoktur, diyor... Şimdi bunu duyunca, benim bilimsel düşünceden
nasibini almamış aciz beynim şöyle düşünüyor; ışığın olmadığı yerde zaman bile
olmuyorsa, hayatın esası belki ışıkdır. Esas yani öz aynı ise,
farklılıklarımızın sebebi nedir? Bu mistik gibi görünse de, aslında bilimsel
bir sorudur. İsviçre’deki Hadron Çarpıştırıcısı’nın yapılmasının, bu işe 10
milyar dolardan fazla para konmasının ve dünyanın her yerinden bilim
adamlarının bu konuya kafa yormak için Cern’e toplanmasının nedeni, farklılığa
sebep olan ve adına Tanrı Parçacığı denilen şeyi bulmaktır.
Kanımca, Quantum fiziğinin sorularının cevaplandığı
gün, kainatın sırlarını çözdüğümüz gün olacaktır. Kainatın sırlarını çözmek
demek, Tanrı’nın ne olduğunu anlamak demektir. Muhtemelen o gün kendimiz ile
ilgili arayışlarımız bitecektir. Zira insan, Tanrı’yı aramak bahanesi ile
aslında kendini arar. Bu kainatı yaratan güç, acep nasıl bir güçtür, sorusunun
temelinde, Tanrı’nın büyüklüğünü anlamak çabası yatmaz. Yaradılışımıza mana
bulmak çabası yatar. Çünkü insan kendini bildiği ilk andan itibaren ısrarla ‘bilmem
ki bu dünyaya ben niye geldim’ sorusunu sormaktadır. Bugün içinde yaşadığımız pek çok duygusal ve
mistik atmosferin temelinde yatan soru da budur...
Şair ‘ne doğan güne hükmüm geçer,
ne halden anlayan bulunur’ diyor... Hayatın özüne müteâllik tüm yaklaşımlar
gibi, basit... Ve basitliği nispetinde de gerçek... Doğan gün’ün maddiyat,
halden anlama kısmının ise, maneviyat olduğundan hareketle, insan ne etrafında devam
eden hayata hakim olabilir, ne de gönlünün muradına erebilir, diyebiliriz.
Yukarıda yazdığım cümle, bizi
başlangıç noktasına geri döndürür... Doğan güne hükmüm geçmeyecekse veya
gönlümün muradına eremeyeceksem, bu dünyaya ben neden geldim...
Bu soruyu sormak, aslında
duygusal ve düşünsel bir iç karışıklığa davetiye çıkarmaktır. Çünkü ne kadar
düşünülürse düşünülsün, hangi yoldan gidilirse gidilsin, sonuca ulaşmak mümkün
değildir. Sonuca ulaşamamak durumunun yarattığı manevi boşluğu doldurmak için bütün
dini inançlar, ister hak, ister batıl olsunlar, kendi meşreplerine uygun bir
yol gösterirler. Aslında temel de mantık aynıdır. Sonunda iyiler cennete,
kötüler cehenneme gider... Dünyada bir imtihan alanıdır.
Bu yol göstermenin en zayıf
halkası Tanrı’nın sonsuz gücü ve kudretidir. Tüm evreni sadece ‘ol’ diyerek yaratan Tanrı’nın,
şah damarından daha yakın olduğu insanları imtihan etmeye neden gerek duyduğu
sorusuna cevap veren herhangi bir öğreti yoktur. İşin içine bir de kader konusu
girince, yollar iyice çatallanır.
Bilmem ki bu dünyaya ben neden
geldim, konulu arabesk yaklaşımın, insan ruhunda yarattığı girdaplara bilimin
verdiği isim ‘anlamsızlık korkusu’dur... Anlamsızlık korkusu birazda olana
bitene bir mana bulamamanın yarattığı boşluğun, insanı sevk edebileceği
yolların muhteviyatına duyulan korkudur.
Bu kadar çarpık dünya görüşünden
sonra, giriş bölümünde yazdığım cümleye geri dönersek, biten herşeyin içimi bir
sevinçle doldurmasının en önemli sebebi, benliğimi saran anlamsızlık korkusudur. Zira bu hayatın aslında yaşanmaya değer bir tarafı
yoktur. Çünkü belirgin bir anlamı yoktur.
Belki de bu yüzden, bende hayata dair en temel duygu, 'bitse de gitsek' duygusudur. Regresyon terapisinde gördüğüm üzere, bir umut hayatıma
anlam katabilecek olayların, bu karmada gerçekleşme şansı yine sıfıra
yakındır. Yine diyorum, çünkü gördüklerimi uydurmadıysam, mevzuu beni yaklaşık
iki yüz yıldır takip etmektedir. Her karmada aynı hikaye başa sardığı halde,
neticeye varmak ne yazık ki, şu ana dek mümkün olmamıştır. Netice almak mümkün
olmadığı gibi, her seferinde 60 yaşımda ölmem de işin cabasıdır. Bu bilgi benim
60 yaşında öleceğime dair saplantılarımı açıklaması bakımından da ilginçtir.
En yakın arkadaşlarımdan biri ile
geçenlerde bu konuyu konuşuyorduk. Şayet 60 yaşına geldiğinde ölürsen, bir daha
geleceğini anlarız, dedi. Altmışımı geçersem, söz konusu karmik bağların
çözüldüğünü, konunun kapandığını ve bir daha anlamsız varoluş kuyusuna
yuvarlanmayacağımı umud edebiliriz.
Altmış yaşında ölmem halinde ise,
sorulması gereken iki temel soru vardır; birincisi, N sonsuza giderken, bu
konunun bir neticeye bağlanıp bağlanmayacağı sorusudur. İkinci ve daha önemli
soru ise, bir sonraki seferde, bana regresyon terapisi yapan arkadaşımı nasıl tekrar
bulacağımdır.
Gördüğünüz gibi dostlar,
yaradılış her yönü ile zor ve anlamsızdır.
Hepinize bol yıldızlı bir gökyüzünün altında yaşanan güzel bir Akdeniz akşamından iyi geceler dilerim.
Regresyon terapisini kim yaptı ve ne çıktı terapide ? Bütün yazıdan tek aklıma takılan bu oldu :))
YanıtlaSilO zaman başarısız bir yazı olmuş bu:)
YanıtlaSil