Ana içeriğe atla

Gülfem’in Muz’la İmtihanı

Bedensel aktiviteler benim için her zaman korkulu rüyadır. Koşamam, yüzemem, tırmanamam, atlayamam, sıçrayamam… Okuldayken en kötü dersim, beden eğitimiydi. Beden eğitiminden doğru dürüst not alamadığım için, fizik, kimya, matematik on olduğu halde iki kez takdirname ortalamasını tutturamamışlığım bile vardır.

Babam teselli bulayım diye ‘ya kafa çalışır, ya vücut… İkisi bir arada olmaz, üzülme’ derdi. Sonraki yıllarda babamı haklı çıkaran pek çok örnek de görmedim değil hani. Nice edeleli vücut sahibi, elif’i görse mertek sanarak bütün hayallerimizi suya düşürdü. ‘Hah, budur işte anasını satayım’ dediklerimizin hepsi de bir örnek ‘kısa kesilmiş hamam tokmağı’ şeklinde adamlardı… Neyse, ben bunlara kafa yormaktan vazgeçtim artık, o yüzden içeriği dağıtmayıp, konuya geri döneyim.

Kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz, demiş atalarımız… Bende kendini bilen bir kişi olarak, her zaman kırdım dizimi, oturdum oturduğum yerde… Taaa ki bir yaz Kemer’e gidene kadar…

Galiba sene 1992 idi. İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki master’ımın ilk senesini bitirmiştim. Tatil boş geçmesin diye, Teşvikiye’de bir büroda çalışıyordum. O yaz annemler beni İstanbul’da tek başıma bırakıp Kemer’e, amcamların yazlığına gittiler. Bu ani terk ediliş biraz ağır gelmiş olmalı ki, takip eden ilk Cuma gecesi, Varan’ın Taksim Büro’sunun önünden kalkan iki katlı Neoplan’lardan birine atlayarak, bende soluğu Kemer’de aldım. Halbuki kalsana İstanbul’da. Yaş 21, saatler geceyarısına varmadan, gözlerinin yorgunluktan kapanacağı günler bir asır kadar uzağında…Yok ama, akıl işte.

Kardeşim ve kuzenlerim beni terminalden karşıladılar. O yaz bende diğer yazlarda olmayan bir şey  vardı; para… Dondurma almak için bile iki saat dil dökmek zorunda kalan ufaklıklar, benim ziyaretime en çok bu açıdan sevindiler. Ne de olsa ‘cephane devesi’ gelmişti. Ablaları, okul harçlığı ile kıt kanaat geçirdiği dönemin ardından maaş bolluğuna kavuştuğu için, saça saça harcamaya da pek meraklıydı. Ayrıca bizimkiler bir gün önce, Kemer’de onlar’dan başka herkesin denediği Muz’a binebilmek için annemlere iki saat yalvarmışlar ve delikli kuruş alamamışlardı. Böylece Kerem’in bir koşu eve gidip, cüzdanımdan 250 lirayı kapıp gelmesi ile bizim Muz maceramız da başlamış oldu.

Hayatımın geneline hâkim olan şuursuzluğuma rağmen, o dakikadan sonra olanları o kadar net hatırlıyorum ki… Havalı, havalı can yeleklerimizi giyişimiz, dizimize kadar suya girerek, yakınına gelince aslında kocaman bir şey olduğunu anladığımız Muz’a binişimiz. Benim affedersiniz, bir bok varmış gibi en öne oturmam… Yaklaşık on metre önümüzde duran beyaz üzerine sarı çizgili fiber sürat teknesinin içindeki adamın bize dönerek ‘tamam mısınız’ diye sorması… Biz ‘tamamız’ deyince, fiber teknenin hareket edip uzaklaşmaya başlaması ile birlikte sudan çıkan ve gerilen, Muz’u tekneye bağlayan ip, bugün gibi aklımda.

İlk anlar her şey güzeldi, kabul ediyorum. Fakat tekne hızlandıkça işler sarpa sarmaya başladı. Rüzgâr sertleşti, yüzümüze çarpan su miktarı arttı, sahil küçüldü, küçüldü, minicik kaldı. Karada iken plan kurmuştuk. Adam bizi ne yana savurursa savursun, ağırlığımızı aksi yöne vererek, devrilmeyecektik. Plan gereği, en arkada oturan Kerem bağırmaya başladı ‘sola yatın, sola yatın…’ Bizden cevap geldi ‘sol ne taraf…’ Paniği anlayın artık. Sağ sol hepsi birbirine girdi… Ve daha ilk dalganın üzerinden geçerken devrildik tabii…

Ben can havli ile Muz’un üstündeki el tutma yerlerini ne kadar sıkı kavradıysam, devrilince de bırakamadım. Dolayısı ile ters dönen Muz’un altında, saatte bilmem kaç kilometre hızla sürüklenerek bir müddet daha gittim. Üzerimde can yeleğim olmasa, belki suya batar kurtulurdum. Ama can yeleğim beni sürekli yüzeye doğru ittirdiği için, Muz’un altına iyice yapıştım. Tekne yavaşlayıp Muz’un da hızı kesilince ancak ellerimi bırakabildim. Sonra diğer beş adet el tutamağının sırayla yüzüme çarpmasını saydım. Son olarak da eşek kadar pirinç hava tapasının, sol bacağımın ayak bileğinin içinden başlayıp, bacağımı boylu boyunca yırttıktan sonra, karnıma, omzuma ve en son olarak da sol gözüme ve alnıma çarparak vücudumu terk edişini de idrak ettim. Nihayet suyun yüzüne çıkıp nefes almayı başardığım zaman, bu yüzden yüzüm parçalandı sanıyordum.

Sudaki kafaları sayan Kerem, yokluğumu fark etmiş zaten. Suyun üzerinde belirir belirmez, bana doğru yüzdü. O sırada ben ‘yüzüm parçalandı’ diye avaz avaz bağırmaktaydım. Şöyle parmaklarının ucu ile suratımı yokladı. ‘Parçalanan, eden bi şey yok, bağırma ciynak ciynak’ deyip beni tekrar Muz’un üzerine attı.

İkinci düşmemiz birincisinden daha az dramatik oldu. Ellerimi vaktinde bırakmayı başarabildiğim için, sadece arkamda oturan kuzenimin ayak darbelerine maruz kalarak kurtuldum. Kendisi, karaya çıkmayı başardığımız zaman ‘ikinci düşmede bir şey olmadı canım, ben suya bile batmadım, diyecekti. Evet, suya batmadı, çünkü ayaklarını vurup yukarı yüzdüğü noktada ben vardım. Boynumu da böylece sakatlamış olduğumuzu ise, ancak karaya çıktığımızda Kerem yürümeme yardım etmeye çalışırken anlayabilecektim.

Tekne türlü türlü maceralardan sonra nihayet kıyıya yanaştığında, benim yaralarımın sıcağı geçmiş, el tutamaklarının ve pirinç tapanın vurduğu ve yırttığı noktalar artık kan toplamaya ve morarmaya başlamıştı. Kıyıda elleri belinde bizi bekleyen annem, benim bu ringten inmiş boksör görüntümü görünce bir ‘amanın’ çığlığı koparttı, sonra ortadan kayboldu. Anne şefkatine en ihtiyacım olduğu bir anda beni bırakıp giden annemin arkasından, gittikçe kapanan gözüm ile bakakaldım.

Kerem elimden tutup iskeleden indirdi. ‘Hadi yok bi şey, yok bi şey… Kedi kıçını görmüş, yara zannetmiş…’ diyerek, kendini mi, beni mi teselli ettiği anlaşılamayan bir dizi söz eşliğinde, yardımsız yürüyemeyecek haldeki beni sürüye sürüye, eşyalarımızın durduğu şezlong ve şemsiyenin altına getirdi.

Şezlonga uzandıktan kısa bir süre annem göründü. Kendisi beni terk etmemişti, sadece sahildeki balıkçılardan buz almaya gitmişti. Elindeki balık kokulu buz torbalarını ‘Allah da seni kahretmesin emi, gözü çıkacakmış nerdeyse’ diyerek yaralarımın üzerine pay etti.

Sıcağın alnında, leş gibi balık kokan buzların içinde, hepsi eriyene kadar yattım. Buzlar erirken, suları havluma, mayoma, saçıma ve vücudumun bilumum yerlerine aktığından, annem ayağa kalkmama izin verdikten sonra, bir hafta üstümden çıkmayacak balık kokusu ile, darbeyi yediği andaki konumunu muhafaza ederek sağa bükülmüş küçük Emrah modeli boynumu zerre kadar kıpırdatamadan, kös kös eve döndüm. Kapıdan içeri girdiğimizde, oturduğu sandalyeden ‘dayak mı yediniz, köpek mi saldırdı, ne oldu’ diye ayağa fırlayan babamla yaşadıklarımıza ise hiç girmeyim artık…

Bu Muz olayı, benim fiziksel aktiviteler konusunda beceriksizliğime tüy dikti. Bir daha spor salonu dışında, asla böyle şeylere girişmedim. Taa ki, düne kadar… Dün bir çılgınlık yaptım, kendi konfor alanımın dışına çıkmak için giriştiğim deneysel yolculuğumun ikinci basamağında, bir ‘Doğa ve Fotoğraf Yürüyüşü’ne katıldım.

Bu konuların acemisi olduğum için, grup yöneticisine mail atıp, nelere ihtiyacım olduğunu sordum. Rahat kıyafetler, her kıyafetin yedeği, tercihen yürüyüş ayakkabısı, yoksa spor ayakkabı ve yürüyüş sırasında göllere gireceğimiz için mayo, havlu, güneş kremi…’ diye cevap geldi. Devamla; benim suyla pek aram yoktur. Size kuru bir şekilde yürüyerek eşlik etsem, grubun ahengini bozar mıyım’ diye sordum. ‘Yok canım, niye bozasınız. Sizde fotoğraf çekerek katılırsınız’ dedi grup yöneticisi… Aslında bu noktada ‘benim fotoğraf makinem de yok’ diyecektim ama alacağım cevaptan korktuğum için demedim.

Programı öğrenen bazı arkadaşlarım, ertesi gün akşam rakısına önlerden rezervasyon yaptırdılar hemen… Peki bu grup senin kim olduğunu biliyor mu, ay çok heyecanlı, ben bu gece uyuyamam artık, kim bilir neler olacak, diyerek pis pis güldüler de…

Grup benim kim olduğumu bilmiyor tabii. Aksiyoner kimliğimi gizli tutmaya çalışıyorum. Eğer sağ salim İstanbul’a geri gelmeyi başarabilirsem, normalde sevgili arabama atlayıp, otobanlardan geçerek gideceğim deniz kenarı bir lokasyonda yemek yemek gibi, alışılmış bayram aktivitesi konfor zonumdan çıkmış olacağım. Ah Gülfem kızım ya, ne işlere girdin sen...

Hadi hayırlısı… Ve herkese iyi bayramlar… Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden….


(İstanbul’da, ofiste, ikibinonbeş senesinin Temmuz ayı’nın onaltıncı günü, Osman’dan korkumuza geldiğimiz yarım günlük arife mesaisi bitsin de, Gaye ile birlikte Bayramoğlu’na gidip, kitaplarımızla havuzun başına yayılalım, diye beklerken yazıldı.)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı