Ana içeriğe atla

Merdiven Bileti


Bana bu aralık bir haller oluyor. Şimdi  bunu anneme söylesem, hemen ‘selamın kavlen’ der… Aslında doğru söylenişi ‘selamün kavlem…’. Yasin süresinin 58. Ayeti’nin ilk iki kelimesi… Tamamı; Selamün kavlem mir rabbir rahıym… Anlamı konusunda muhtelif tefsirler var. Ancak hepsinde ortak olan nedir diye bakarsanız; Rahmet nuru gönderen Rablerinden onlara bir selam sözü var… Peki niye bunu işler sarpa sarınca, ortamdan belayı def etmek için okuruz? Benim din bilgim de buraya kadar işte. O konuda maalesef malumatım yok.

Tekrar konumuza dönersek, yani bana bir haller olmasına… Kendimi değişim sürecini tamamlayarak, yumurtadan çıkan minik bir civciv olarak görmeye yaşım müsaade etmediğinden olsa gerek, bu sefer çok kapılı bir oda da oturduğumu görüyorum. Burası sonsuz sayıda kenarı olan çokgen bir oda. Bu kenarların her birinin üzerinde bir kapı duruyor. Ben yıllardan beri bu kapıları açıp, odanın etrafını kuşatan patikalarda dolaşmaya çıkıyorum. Patikalar bir labirentin parçası. Ben labirentten çıkmak için ne yana gidersem gideyim, yolun sonunda aynı odaya dönüyorum. Yolculuğun ne kadar sürdüğünün, hangi kapıdan çıktığımın veya hangi yöne gittiğimin hiçbir önemi yok. Kalk, yürü, yürü, yürü, dön, dön, dön, dolaş, debelen, tırmala, tekrar aynı odaya geri gel…

Artık bu odaya kaç kere geri geldiysem, geçenlerde odadan çıkmaya çalışmaktan vazgeçtim. Değişim dediğimde bu işte… Ne uğraşıcam bu Allah’ın cezası labirent ile diye düşündüm. Ben otururum oturduğum yerde. Kim isterse çıksın, dolansın, ne hali varsa görsün. Sonuçta vardığımız yer hep aynı, hep aynı moduna geçtim.

Şimdi ben böyle der demez, etrafımı saran bütün duvarlar kalktı ve aslında yemyeşil bir ovanın ve engin bir denizin kenarında durduğumu anladım, tarzında bir şey bekliyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Koduğumun duvarları halen bir tamam yerinde duruyor. Bende sessiz sessiz oturuyorum ve kendilerine ve kapılara bakıyorum.

Benim değişen her ruh halim, gündelik yaşantımda da değişikliklere sebep olur. Misal bundan önce aydınlandım, hidayete erdim ve bir bok yedim sandığımda, inanılmaz sosyal bir insan olmuştum. O’nu sev, bunu sev, etrafına neşe saç. Kelebek gibi ordan oraya uç falan… Şimdi ise bir sakinleşme ve sadeleşme hevesi geldi üstüme. Daha doğrusu heves demeyelim de, içimden başka türlüsünü yapmak gelmediği için, bu şekilde yaşamak istiyorum, diyelim. Bugün bu his kapsamında, Sezen Aksu konserine merdiven bileti aldım. Oysa her kategoriden bilet vardı. İstesem, gider en önden de izlerim. Ama bunu düşünmek bile beni yordu. Ön sıraya uygun yazlık elbise, ona uygun dolgu topuk ayakkabı, elbise ile kontrast renkte şal, kıyafete uygun küpeler, yüzükler falan içime fenalık getirdi. H&M’den 'ayol terziye versen paçasını kıvırmaz, olmazsa evde giyerim' diyerek 19.90'a aldığım şalvar pantolon üstüne şallak şullak t-shirt ve içinde kitap ve su şişesi olan uyduruk sırt çantamla, parmak arası sandalet giyerek konsere gitmek çok daha çekici geldi.

Yer numarası olan biletle gittiğim bundan önceki senelerde, hep daha iyi koltukları gözleyip durmuştum. Keşke burası değil de, şurası olsaydı, keşke yanıma bunlar değil de, şurdakiler otursaydı, keşke reji masasından biraz daha uzak bir yere düşeydik. Veya tam tersi, keşke rejiye biraz daha yakın oturaydık. Ama şimdi merdivendeyim. Canım nereye oturmak isterse gider oraya otururum. Baktım beğenmedim, kalkar biraz daha öne veya arkaya giderim. Olmadı yan koridora geçerim. Oh be… Rahatlık yani.

Gerçi Osman, ‘sana fındık, fıstık atacaklar, eline basacaklar, üstüne tükürecekler’ diye dalgasını geçse de, merdivende oturacak olmaktan şimdilik memnunum. Günü geldiğinde bir emekli maaşı ile yaşayacak kadar hayatımı sadeleştirebileceğimi artık ciddi ciddi düşünüyorum. Oysa bundan bir iki sene önce, Allah biliyor ya, söylerken kendim bile inanmıyordum.

Şimdi buradan sözün kendini gerçekleştirme kapasitesine yatay geçiş yapabiliriz ve bir şeyi kırk kere söylersen olur, atasözünün arkasındaki kuantum gerçeklerini incelemeye başlayabiliriz ama hiç halim yok. Şu yeni edindiğim ‘otur oturduğun yerde’ durumumdan memnunum.

Beş yıl önce, Şems-i Tebrizi’nin yazdıklarını okurken ‘istediği şeyi elde edememiş insanın zırvaları’ diye düşünmüştüm. Bunu yanıma bırakacaklarını düşünmek zaten saflık olurdu. Ama artık anladım. Sonuçta, kafa çalışıyor. İstediğim şeyi vermeyecekler. Vermesinler... Bende bu oda da oturmaya devam ederim. Hiçbir yere ulaştırmayan yollarda nefesimi tüketeceğime, odamda otururum. Birde konserde merdivende otururum.

Belki amaç hiçbir zaman bir yere gitmek değildir de zaten orada olduğunu görmektir. Gördüğümüz şeyin neye yarayıp, neye yaramadığını da başka bir yazıda tartışırız artık.

Hadi eyvallah... 


(İkibinonbeş senesinin Temmuz ayı’nın onüçüncü günü, ofiste, Defne’nin uçağı Dalaman’a insin, diye beklerken yazıldı.)




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı