Ana içeriğe atla

Berlin- Berlin...

Dün gece eve döndük... Duş alıp, yataklara serildik... Gezmeye  gitmenin en güzel tarafı, eve dönüp duş almak ve pijamaları giyip kendi yatağına yatmaktır. Gidilen yer ne kadar güzel ve yaşananlar ne kadar mutluluk verici olursa olsun, eve dönmek güzeldir. Benim için bunun tek istisnası New York’tur. Taksi havaalanına giderken,  utanmasam ağlayacaktım.  New York gezimiz için bir ‘Groundhog Day’ olayına girmeye bile razı olabilirdim... Hey gidi günler hey... Belki başka zaman onu da anlatırım. Şimdi konuyu dağıtmayım...
Berlin güzel bir şehir. Görmeyenlere şiddetle tavsiye ederim. Bir kere zerre kadar turistik değil. Hatta turistler istenmiyor. Bu yüzden size yardım edecek görevliler, işaret levhaları, haritalar, information desk’ler falan yok... Dilini ve adetlerini bilmediğiniz yabancı bir memlekette yaşamak ne demektir öğrenmek isterseniz, Berlin’den daha iyi bir yer bulamazsınız. Yabancı olduğunuzu bile bile sizinle Almanca konuşan information görevlileri, nasıl çalıştığını anlamak için bir tam gün harcamak zorunda olduğunuz metro, tamamı almanca yazılmış uyarı levhaları, gözünüzün içine baka baka almanca konuşan müze rehberleri hayata başka bir açıdan bakmanızı sağlıyor. Ben en çok köyünden kalkıp Berlin’e gelen Türkler’i düşündüm. Zavallı adamlar... Benki; yanlış anlamayın sakın, övünmek için söylemiyorum, mesleğimde master derecem var, doğduğum günden beri büyük şehirde yaşarım, yurt dışına kaç defa gittiğimi bile unuttum, ingilizce okur-yazarım, hatta çocuklarım iki yabancı dil bilir, öyleyken sudan çıkmış balığa döndüm... O garipler ne yaptılar acaba... Paris’e, Barselona’ya, Londra’ya gitmek yurt dışına gitmek sayılmaz arkadaşlar. Almanca bilmemek şartı ile Berlin’e gidinde göreyim sizin turistik yeteneklerinizi...  Almanca bilenlerde aynı hissi yaşamak isterlerse, mesela Uganda’ya gidebilirler...
Almanya’nın diğer ülkelere pek benzemediğini uçağın kapısına yürüdüğümüz sırada anladık. Ayağa kalktık, birkaç adım attık ve kaldık. Neden? Çünkü pasaport kontrol noktası uçağın kapısının açıldığı körüğün başında... Uçaktan çıkan pasaport polisi ile burun buruna geliyor. Ben dedimki; dönüp oturalım. Adı okunan gitsin, göstersin pasaportunu,  geçsin... Olmadı tabii.. Saatlerce uçağın içinde ve körükte ayakta bekledik. Sonunda sıra bize geldi. Polis pasaportlarımızı aldı, Deniz derhal dikkatini çekti... Benim gibi bir anne ve Defne gibi bir ablanın yanında çocuğun fenotipi acaip sırıtıyor. Benim akıllı kızımda o sırada adamla Almanca konuşmaya başlamasın mı? Yıllarca tüm yalvarmalarıma rağmen Almanca tek kelime etmeyen çocuk, orada bülbül kesildi. Devamında polis gözüne kuyumcuların dürbünlerine benzeyen bir dürbün taktı ve pasaportu incelemeye başladı. İçinden ‘çocuk bizim olmayı bizim ama yanındaki arap yavruları kim’ diye düşünmediyse ne olayım.  Sonunda pasaportların gerçek olduğuna ikna olmuş olmalı ki, bizi içeri saldı... Tabii öncesinde Deniz’e çapraz birkaç soru sordu. Allahtan sıpanın Almancası cevap vermeye yetmedi  de, bizde derdimizi Marko Paşa’ya anlatmaktan son anda kurtulduk...
Malum Berlin’e bir turla geldik. Bu benim ilk tur deneyimim... daha önce uçaklarımızı, otellerimizi hep kendimiz ayarlardık. Bu sefer paraya tamah ettik, tura yazıldık. Gezi gerçekten ucuzdu. O kadar ucuzdu ki;  kaldığımız otel Berlin’de değildi... Adamlar bize önce şehir içinde, adı sanı bilinen bir otel için voyager gönderdiler, devamında son anda oteli değiştirdiler... Ne yapacaksın, çaresiz razı olacaksın... Yeni otel Berlin’de değil ama allahtan metro’nun yanında... İstasyonun kapısı ile, otelin kapısı yanyana... Kapıları şaşırıp geceyi istasyonda geçirenler oldu ama olacak o kadar... Onlarda her açık buldukları kapıdan dalmasalarmış dimi ama...
Biz ilk gece bir durak ötede bulunan alışveriş merkezine gitmek için metroyu kullandık. Niyetimiz yemek yiyip, etrafı biraz gezip geri gelmek...  Şimdi normalde, nasıl olur? Bir metro hattı hep bir yönde gider değil mi? Yani siz perona çıktıktan sonra, sağdaki hattı kullanarak gittiğiniz istasyondan, soldaki hattı kullanarak geri gelirsiniz... Berlin’de gelemezsiniz... Berlin’de bir metro hattı ilk duraktan başlar, gideceği son durağa kadar gider ve son durağa varınca aynı hat üzerinden geri döner... Böylece tüm hatlar hem gidiş, hem dönüş olur... Sonuçta sizin hangi hattan geldiğinizin önemi yoktur, hangi yönden geldiğiniz önemlidir.  Her istasyondan en az altı hat geçer ve teoride siz bunların istediğiniz yöne giden herhangibirine binerek  geldiğiniz istasyona geri dönebilirsiniz. Ama bu sadece teoridir. Çünkü pratikte, bir metro giderken durduğu durakta, dönerken durmayabilir. Sebebini bir Almanlar birde Allah biliyor... Belki Allah bile bilmiyordur. Bu kadar akıllara ziyan bir sisteme kafa yoracağını zannetmem...
İlk gece halimiz çok perişandı... Şimdi biz peronun sağından indik ya, dönüşte geçtik sola, bekledik başlamaya... İstasyonda bir rüzgar esiyorki, o kadar olur... bizi dilim dilim kesiyor... O sırada geldiğimiz yönden bir tren geldi. İnecekler indi, binecekler bindi. Tren biraz bekledi, sonra hooop geldiği tarafa geri gitti... ‘Nasıl yani’ diye bağırmışım... Öyle ya kamera şakası olsa, ancak bu kadar olur. Yahu ray bitmedi, birşey bitmedi, neden geri gitti bu alemet... Meğer 1 nolu hatta çalışan trenler Berlin’den gelip Spandau’da duruyor ve sonra geri Berlin’e gidiyorlarmış. Ama bu 1 nolu hatta ait bir realite... 2 nolu hat öyle değil mesela.. Onun son durağı başka bir yerde... kimbilir feneri nerede söndürüp geliyor namussuz... 3, 4, 5 ve 6 ise başka bir alem... Sonuçta otelin önünde metro istasyonu var, istasyonda altı ayrı peron var. Ama istasyona ulaşmak için konu hakkında tez vermek lazım...  Allahım sen aklımıza mukayyet ol... Ben bu rezililikten sonra araba kiralamaya karar verdim. Yolculuğa birlikte çıktığımız arkadaşımın annesi buna tereddütle yaklaştı. Kadıncağız haklı, ne bilsin benim nasıl araba kullandığımı... Ama ben gidiyorum dedim, sizinle veya sizsiz... çünkü bu çile çekilmez...  Sonunda onlarda razı oldular. Bana güvendilerde mi kabul ettiler, yoksa metro korkusu mu galip geldi bilinmez...
Bir ülkede turist olarak bulunuyorsanız araba kiralamak için ne yaparsınız, otelinize başvurursunuz di mi? Bizde öyle yaptık. Resepsiyondaki çocuk, bize arabaları ve fiyatlarını liste halinde verdi. İçinden birini seçtik. Opsiyonlara karar verdik, navigasyon istedik, kişisel bilgilerimizi internet üzerinden girdik falan filan... Herşey gayet güzel... İşlem tamamlandı. Ben döndüm çocuğa ‘yarın kaçta gelir araba’ diye sordum... Ne arabası, dedi.. At arabası... biraz evvel internetten seçtiğimiz araba.... Yok dedi, otele gelmeyecek... peki nasıl alıcaz. Siz bürolarına gideceksiniz. Büro nerede? Filan yerde... belki adet böyledir, ne yapalım, gideriz... Peki dedim rezervasyon kodunu söyle, biz yarın alırız arabayı...Rezervasyon yapmadık ki, dedi çocuk... Evladım biz iki saattir ne için uğraşıyoruz? Ben size bilgilendirme yaptım, dedi.... ama isterseniz rezervasyonda yapabiliriz... 
Gülermisin, ağlarmısın, sabaha mı bırakırsın?
Ertesi sabah kalktık. Defne, Deniz, ben yollara düştük. Resepsiyonistin söylediği büroyu bulduk. O vakte kadar girdiğimiz sınavların tamamından tam puan almış olmalıyız ki, karşımıza nefis bir adam çıktı... Tipinden bahsetmiyorum. Adamların çoğu zaten aşırı yakışıklı, o yüzden lafını etmeye değmez... Bu adamın ayrıca huyu iyiydi, onu demek istiyorum... Bize, içinde anlatılmaz-yaşanır güzellikte bir navigasyon sistemi olan bir Mercedes Viano verdi... Deri döşeme, otomatik vites, çift klima, abs, asr, çift airbag, CD çalar... Arabada yok yok, ne ararsan var.. Gözünü sevdiğimin Mercedes’i  yine yapmış yapacağını... Gerçi adamcağız navigasyon sisteminin dil seçeneği  olduğunu  bilmiyormuş, sonradan biz  keşfettik ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Dilini de ingilizce’ye çevirince, yan koltukta bir Berlin’li oturuyor gibi oldu... Hem ekrandan gösteriyor, hem anlatıyor mübarek... Berlin’de kimseden görmediğimiz yakınlık ve ilgiyi navigasyonumuzdan gördük.... Allah razı olsun.
Şehirde park problemi yok... tek yön yol diye birşey yok.. Sıkışık trafik yok... Kurallara uymayan kimse yok... Dolayısı ile trafik polislerine yapacak bir iş de yok.. garipler can sıkıntısından ölüyorlar. Allahtan arada sırada araba kiralayan yabancılar geliyor da ortalık şenleniyor. Böyle sıkıntıdan patlamış trafik polisi bir hanım bize park cezası yazdı. Ama yanlış yere park ettiğimiz için değil... Arabanın kafası yanlış yöne baktığı için... Meğer bu konuda bir kural varmış. Arabanı daima trafiğin akış yönünde park etmen gerekiyormuş. Aksi takdirde parktan çıkarken trafiğin düzenini bozabilirmişsin... Kardeşim trafik  varmı ki düzeni bozulsun, demek geliyor içimizden ama susuyoruz...  ne de olsa Alman polisinin imajı sağlam, boynumuzu büküp razı oluyoruz cezayı ödemeye...
Gündüzleri gezmek güzel.  Ama otel kötü. Birde gece 11’den sonra ısıtma sistemini kapatıyorlar... Çoluk, çocuk donuyoruz. Defne sormaya gitmiş, resepsiyondaki adam ‘gündüz ki ısı, gece de yeter’ demiş... Defne de ‘gündüz ısı varmı ki, gece yetsin’ diye cevap vermiş... Allahtan ingilizcesi, böyle polomiklere girmesine müsade ediyor.... Gerçi  Alman  bu veriyi işleyememiştir ama olsun, çocuk söylemiş, içinde kalmamış...
Almanya’da iki şey dikkatimizi çekti... Bir kere ayak işlerini  yapan Türk neredeyse hiç kalmamış... Sadece bir hanım gördük, müzede tuvalet temizliyordu. Onun da kocasının marketi varmış... Bize, her adım başı Türk göreceksiniz, tüm garsonlar, taksi şöförleri Türk... Kahve makinasını götürme, adım başı Türk kahvesi var zaten, diyen arkadaşlarımın kulakları çınlasın... Türkler artık idareci olmuş veya işletme sahibi... o yüzden adım başı  Türkçe konuşan servis personeli yok... Buna güvenir giderseniz ayvayı yersiniz... Ama onlar iyi olsun da, biz dört gün sürünürüz, ziyanı yok...
İkinci dikkat çekici nokta servis hizmetlerini yürüten almanların suratsızlığı... Rahmetli dedem diyesi ‘adamların yüzünden pislik akıyor’... gerçi rahmetli pislik demezdi, başka şey derdi ama, boşlukları doldurmayı size bırakıyorum... Eğitim seviyesi yükseldikçe, anlayış ve güleryüz seviyesi de yükseliyor. Bizde ise tam tersidir. Bir restoranda garson güleryüzlüdür, müdür suratsızdır. Köylü iyi niyetlidir, şehirli kendini beğenmiştir. Bir Türk ne kadar beyazlaşırsa, arka tampon o kadar havalanır... Kişilik özelliklerine kibir ve asabiyet eklenir. Eğitim ters tepiyor demekki... Bizimkileri doğasına bırakmak en iyisi anlaşılan... Enterasan bir gözlem oldu bizim için...
Berlin’de tüm zamanımızı müze ve tarihi binaları gezmek için harcadık. Gerçekten güzel şeyler gördük. Mimarlar için ilginç binalar var bu şehirde... Özellikle parlemento binasını  tavsiye ederim.  Norman Foster yine harikalar yaratmış... Vaktiniz ve fırsatınız olur ise muhakkak gidin ve görün derim... Birtek o değil tabii.. pek çok şey... ama onlar üzerine, benden çok daha iyi yazanlar, eminim birşeyler yazmıştır... Ben yazılmamış birkaç şey daha anlatıp bitireyim istiyorum...
Berlin’e giderken, çocuğunuz varsa, muhakkak yanınıza alın... Çünkü çocuklu ailelere inanılmaz kolaylıklar sağlıyorlar... Mesela parlemento binasının girişinde uzun bir kuyruk vardı ve en az yarım saat yağmur altında beklemek gerekiyordu. Deniz yedi yaşında olduğu için bizi bekletmeden özel bir girişten içeri aldılar. Gerçi Deniz sonradan bunun için bizden ekstra para istedi ve bizde ona bunun mümkün olamayacağını geleneksel yöntemlerle anlatmak zorunda kaldık ama olsun... Hayvanat bahçesi ve akvaryumu görmek içinde kişi başı 30 € ödemek gerekirken, yanımda iki çocuk olduğu için bizden toplam 26 € aldılar... Çocuklar olduğu zaman, müzelerin önünde özel yerlere park bile edebiliyorsunuz... Artık bunun için mi bilinmez, müzeleri dolaşan almanların elinde birer çocuk... Öyleki altı aylık bebek parlemento binasına gelmiş mesela... Veya iki yaşındaki çocuklar Pergamon’u geziyor. Hele hayvanat bahçesinde bir tane vardı, yeminle daha kırkı çıkmamış... Bebeği doğumevinden alıp, hayvanat bahçesini gezdirmeye getirmişler... Şayet bunda sağlanan maddi kolaylıkların etkisi yoksa, fevkalede bir kültür ve sanat aşkı söz konusu demektir ve tebrik etmek gerekir...
Gezimiz dört gün sürdü... Ama bir dört gün daha olsa, gezecek yer vardı doğrusu... Bu demektir ki tekrar gidilebilir... Almanya’ya gitmeye niyet ederseniz, unutmamanız gereken en önemli şey şudur: Pratik zeka diye birşey vardır ve Almanlar’da yoktur... Alman bir düzen adamıdır. Bunu kavrayana kadar gördükleriniz sizi Einstein’ın Alman olduğu veya Mercedes’in Alman arabası olduğu konusunda şüpheye düşürebilir. Bizim için bir dakikada çözülebilecek pek çok şey,  Almanlar için üzerinde saatlerce tartışılması gereken konular olabilir. Bu onları kusursuz sistem insanı yapıyor ve harika sistemler kurmalarını sağlıyor ama yaratıcıklarını öldürüyor ve bazende komik duruma düşürüyor...
Bunun en güzel örneği havaalanında başımıza geldi... Güvenlikten geçtik, kapı dıt dıt öttü... Bizi ellerindeki dedektör ile aramak üzere kenara çektiler... Tamam gayet normal, hiç itirazımız yok. Benim ayağımda çizme var. Polis 'çizmeyi çıkar' dedi, ona da tamam... Çizmeler tekrar X-Ray’e girdi... Beni arıyan kadın polis bu arada ayağımı metal dedektöründen geçirdi ve benim ayağımda ince çorap vardı... İşte insanın burada ‘yuh’ diyesi geliyor... İnce çorap transparan olduğuna göre, ben uçağa sokmayı planladığım şey her ne ise derimin altına gizlemiş olmalıyım... Ama görevli bunu sorgulamıyor... Ona söyleneni harfiyen yapıyor. Bizim gibi düzen adamı olmayanlar da canından beziyor bu arada...
Otele yerleştiğimiz gece, oteldeki görevliye yan odadan yatak taşıtmıştık. Alman’ın mantığı  diyorki, altı kişiye iki yataklı üç oda yeter... biz diyoruzki; aileler ayrı yatamaz, üç yataklı iki oda vermeniz lazım... Sonunda adam anahtarı verdi, ne haliniz varsa görün dedi... Bizde garibanı kolundan tuttuğumuz gibi ‘o iş öyle olmaz  böyle olur’ deyip odaya getirdik ve yatakları birer birer diğer iki odaya taşıttık... Alman buna çok şaşırdı... Sanırım insanlar yerine yatakların taşınması ona pek bir enteresan geldi... Belliki, bunu daha önce hiç düşünmemişti...
Adamcağızı o geceden sonra bir daha görmedik... Garibim ya bedenen ya  fikren malül oldu, genç yaşında emekliye ayrıldı...
Son bir şey daha var: Alman erkekleri ile evlenen Türk kadınları kocalarından pek bir memnunlarmış... Alman erkekleri de dünyada evlenmeye değecek tek kadının Türk kadınları olduğuna inanıyorlarmış... Onlara göre Türk kadınlar hayatlarını zenginleştiriyormuş... Kadınlara gelince onlarda adamları fazlası ile kolay idare edilebilir buluyorlarmış... Nedense hiç şaşırmadım,  gördüklerimden sonra bu bana da gayet normal geldi... Bir Türk kadın, Alman erkek evliliği gerçekten ideal olabilir... Ayrıca adamlar çok yakışıklı... hepsi boylu poslu, güçlü kuvvetli...  Uçaktan inerken bir Alman bizimkilerden biri ile yanyana duruyordu.  Allah biliyor ya, Türk pek bir eçiş bücüş kalmıştı Alman'ın yanında...
Yüz güzelliği desen yüz güzelliği, boy pos zaten allah vergisi, eğitim, kültür, centilmenlik desen bizimkilere göre master degree... Daha ne olsun, allahtan belamızı mı arıycaz... Benden söylemesi... Niyeti olanlara duyurulur, ihtiyaç sahiplerine Allah rızası için Berlin turu düzenlenir...






Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı