Ana içeriğe atla

Bir boşanmanın anatomisi....

Bitmek üzere olan hafta, herhalde hayatımın en ilginç haftasıydı. Her ne kadar arkadaşlarım ‘yuh artık, bunu da yazma bir zahmet’ deseler ve bende o an için onlara hakversemde, yine duramadım. Alışmış kudurmuştan beterdir. Ayrıca ben yazarken iyileşiyorum. Kendi içimden çıkıp, karşı kaldırıma geçiyorum. Kendime, sevdiklerime, sevmediklerime karşı kaldırımdan bakıyorum. Onlar birbirlerini severken, döverken, ben ağacın dibinde bir sigara tellendirip, seyirlerine bakıyorum. Sonra diyorum ki;  haklıyım, haksızım, hakettim, haketti, ne güzel oldu, olmadı... Başka türlü objektif olamıyorum...
Dolayısı ile geçen hafta olanları da yazmam lazım. Olaylar Beykoz Adliyesi'nde geçiyor. Malum ben boşanıyorum. Facebook’a ucundan kenarından bulaşan herkes biliyor zaten... İlk başlarda, ben söyleyince veya yazınca tepki gösterenler oldu. Nasıl bu kadar rahat söylüyorsun, dediler... Ne yapsaydım yani. Ölene kadar sır olarak mı saklasaydım? Evlenirken söylemiştik herkese, o zaman niye laf etmediniz? Boşanınca mı kabahat oldu? Aşık olduk, evlendik... Aşk bitti, boşanıyoruz... Bu kadar...
İki insanın bir araya gelmesi güzel bir olay. İşin içinde sevgi var, bağlılık yeminleri, ölene kadar verilen sözler var. Bütün duygular pozitif... ama boşanmaya gelince, işler değişiyor. Olaylar bu raddeye vardığında aşk, sevgi zaten bitmiş oluyor. Sözler, yeminler ise hak getire... pozitif yerini negatife  bırakıyor. Sanıyorum insanları ürküten bu... Hepimiz bu negatif enerjiden tırsıyoruz. Yoksa seviyorduk evlendik, sevgimiz bitti ayrılıyoruz, o kadar da kötü değil aslında...
Başıma bu olaylar gelene dek, ben bir statüko insanıydım. Bir şeyi değiştirmekten bahsettiklerinde tüylerim diken diken olurdu... Pardon yanlış oldu, bir şey değil, bir insan... İnsanları hayatıma kabul etmekte son derece rahat olan ben, iş onlardan vazgeçmeye gelince, kara yaslara bürünürdüm... Tüm sevdiklerim benimle olsun, yanımda kalsınlar, hiç ayrılmayalım, ölüm bizi ayırana kadar beraber yaşayalım gibi fantezilerim vardı... sonrasında tavizler geliyor tabii.. aman şunu demeyim, kırılmasın, bunu yapmayım, ayıp olur... bana ne olursa olsun önemli değil, yeterki herkes aynı kalsın, benimle kalsın...
Ama sonunda Tanrım, kaderim  veya koruyucu meleklerim, artık itikatınıza hangisi uyarsa, beni bu kör noktadan çıkarmaya karar verdi galiba... senaryoyu öyle bir kurguladılarki, boşanma kaçınılmaz oldu. Nasıl yani? Köpeğinden  vazgeçemeyen ben, her türlü duygusal değişimin karşısında olan ben, onyedi yaşımdan beri aşık olduğum, iki çocuğumun babası, onbeş senelik kocamdan mı boşanıcam? Herşeyi bırak adam benim yirmiüç senelik arkadaşım, bir acı kahvenin kırk yıl hatırı var. Yıllarca ‘o benden önce ölürse, nasıl yaşarım’ dedim kendi kendime.. Şimdi yaşarken mi bırakıp  gidicem?
Üç yıl direndim. Ben direndikçe olaylar ağırlaştı, ben karşı koydukça herşey içinden çıkılmaz hale geldi. Oysa olay gayet kolaydı. Ders basitti... Değişmeyen tek şey değişimdir... anlamam lazımdı... İnsanlar sürekli değişirler, dönüşürler, büyürler... bazen bizim başımıza geldiği gibi farklı yönlerde serpilip çiçek açarlar, dal budak salarlar... Farklılığı bir renk, bir güzellik kabul edersen ne ala.. edemezsen, yandı gülüm keten helva... benim evlendiğim adam veya kadın nerede diye aranmaya başlarsan ayvayı yediğinin resmidir. Biz aranan taifesindendik. Dolayısı ile ayvayı yedik ve hatta sapı ile de gözümüzü çıkardık...
Şimdi  dedim ya ben değişime direniyorum diye, bırakmıyorum, dört elle sarılmışım... Karşı tarafta bir kon kon kelebek havası... Tutkumun şişirdiği ego, keskin bir bıçak.. her yanım hergün dağlanıyor, kesiliyor... İnsanların hakkınızda ‘ne versek yiyor’ diye düşünmeleri hayatı gerçek bir eziyet haline dönüştürüyor. Ama kabahat kimin? İnsanların mı? Hayır, kabahat benim... Kızımın okulunda rehberlik servisleri ilk günden kişisel sınırlarını tanımlamayı öğretiyor. Sınırı çizeceksin ve kimseyi oradan içeri almayacaksın... Ama ben öyle bir insan değilim... Halen de değilim... Ye, Dua Et, Sev kitabında yazar ‘benim sevgime sahip olan bir insan herşeyime sahip olabilir’ demiş. Ben de onlardanım galiba.. Benim sevgilim veya dostum veya arkadaşım olursanız evime, arabama, eşyalarıma, parama, zamanıma, özenime de sahip olursunuz.  Aşırı bir tutum farkındayım ama çare yok, yaratan böyle yaratmış...
Neyse uzatmayalım...  Kaderime ‘bu kadın doğru yolu bulacak’ diye yazılmış olmalı ki; etrafımdaki herşey ve herkes beni bu yola itebilmek için çalışmaya başladı... Nasıl mı? Bana olabilecek en kötü şekilde davranarak... Bütün kapılar sıra ile yüzüme kapandı. Çaresizlik ve keder diz boyu... Bir damla nefes için, kuş gibi çırpındığımı hatırlıyorum... ama olmuyordu, çıkış yolu bir türlü gözüme görünmüyordu...
Sonra gecelerden bir gece, olaylar bana bile ‘oha’ dedirtecek bir düzeye vardı... Zannederim Tanrı baktı, ben ne yaparlarsa yapsınlar çıkışı bulamıyorum, kapıyı kendisi açtı, bir tekme, beni önüne koydu ve kapıyı kapattı. Hatta kapıyı yaktı... Birkaç yıl önce çocuklar için yapılmış bir çizgi film vardı. Canavarlar çocukları korkutarak enerjilerini alıp depoluyorlardı... Her çocuğun odasının bir kapısı vardı. Kapılar raylarda uçarak geliyordu. Sonunda ‘kidi’ diye bağıran küçük kızın kapısını Sullivan parçalatmıştı... Olanları düşününce aklıma hep bu film geliyor. Tanrı benim için kapıyı parçaladı ve geri dönmeme engel oldu. Öyle yapmasaydı orada ölüp kalacaktım herhalde... Ama Tanrı bu, boru mu? Ölümün tek hakimi... Planının dışına çıkılmasına izin vermeyecek kadar otorite sahibi... ben kimim ki, onun dediği zamandan önce, çizdiği parkuru tamamlamadan kederimden öleyim...
Kapının önüne çıktığımda panikten kaskatı duruyordum. Sonra hafif bir esinti hissettim. Saçlarıma ve yüzüme rüzgar çarptı... Yanaklarımdan süzülen yaşlar bu rüzgarla kurudu... yüzümde bir sıcaklık hissettim. Cesaret edip gözlerimi açtığımda önümde yemyeşil bir ova gördüm... Pırıl pırıl bir güneş vardı... renk renk çiçekler, bulutlar, uzaklardaki tepenin üstünde büyük bir ağaç... şırıl şırıl akan dere... Ve koşmaya başladım... Hayat tekrar benim olmuştu...
Geçen Salı günü boşanma davası vardı. Kanun sizin kapının içinde mi, dışında mı durduğunuzla ilgilenmiyor. Gidip derdinizi birde hakime anlatmanız lazım. ‘Efenim biz vakti ile adımızı yanyana yazın demiştik ama, olaylar beklediğimiz gibi gelişmedi, bir zahmet silermisiniz’, demelisiniz. Bunu sadece adı yazılanların söylemesi de yetmiyor çok zaman... Eş, dost ve ahbaplarında gelip ‘evet hakim bey, silin’ demeleri gerekiyor. Dolayısı ile o gün Beykoz adliyesi, bir Taşkışla toplantısı ambiansındaydı. Evlenirken olduğu gibi boşanırken de beraberdik. O tarafın şahitleri, bu tarafın şahitleri... sarıldık, öpüştük, hal hatır sorduk... Nasılsın, çoluk çocuk nasıl, gelsenize bir hafta sonu... Koridorda yanyana oturup, mübaşir çağırana kadar makara yaptık...  Ayrılırken ağladık biraz, ama o kadar da olur artık.. Bundan sonra iyi günlerde görüştürsün, temennileri ile vedalaştık...
Ofise dönerken kardeşime sordum ‘neden acı hissetmiyorum’ diye.. .zaman zaman eskiden oturduğum evin önünden de geçmek durumunda kalıyorum bir vesile ile... elimle diktiğim ağaçlar, çiçekler bana göz kırpıyor. Yine de acı hissetmiyorum...  Kardeşim dediki; vaktiyle o kadar çok acı çektin ki, reseptörlerin yandı...  Doğru mu diye epey düşündüm. Galiba katılmıyorum. Vaktiyle bir eşşeğe yüklesen götürmeyecek kadar acı çekmiş olabilirim ama reseptörlerim yanmış olamaz, yoksa şimdi mutlu olduğumu nasıl hissedecektim...
Nerden gelmiştik buraya? Sözün özü, şunu diyecektim... Asıl olan değişimdir. Ben kendimi ırmağın akıntısına bıraktım. Onunla birlikte akan bir dal parçasıyım... Benimle akan dal parçaları var, bir süre birlikte yüzüp ayrılanlarda.. artık hepsi kabulüm... Kader o kadar büyük bir puzzle ki, değiştirmek için geriye yüzmeye kimsenin gücü yetmez... Gidişi içimi burkanlar yok mu? Var... ama kaderde karşılaşmak yazılı ise, nasılsa karşılaşırız... Yazılı değilse uğraşmak zaten nafile... Daha önce denedim, ağzımın payını aldım. Yanlış hesap Bağdat’tan döner demiş atalarımız... Dünyanın sonsuz zamanında onbeş senenin önemi yok. Hesap yanlışsa yanlışdır. Dönmelidir ve dönerde... Kapının önüne çıkmaya cesaret edemeyip oturdukları kerevetin üstünde kederinden ölenlere de Allah acısın.
Birşey daha... İyiler her zaman kazanır... Bence dünyanın en büyük ilahi kuralı bu... Diyeceksiniz ki nasıl? İyiler, hayatlarında birgün rahat yüzü görmezler. Kader onların başına türlü çoraplar örerek sürekli popolarından dürter... Dolayısı ile hep bir çalkantı, hep bir kaynama...  Çocukken ayçekirdeklerinin durduğu kesesağıdını sallardık, hatırlarmısınız? Böylece en büyük çekirdekler üste çıkar, küçük ve lezzetsizler alta düşerdi... Kaderde iyileri böyle sallıyor işte... Sonuçta büyük çekirdekler üste çıkıyor, daha lezzetli insanlar haline geliyoruz. Kötülere ise hiç dokunmuyor. En ufak bir sarsıntı yok adamlarda... ama onlarda da küçük çekirdekler üstte... Yemeye kalkınca insanın ağzı buruluyor...
Mahkemenin akşamı, gidip rakı içtik. Bekar kuzenlerimden biride bizimleydi. Sayemizde evliliğe tövbe etti...  Oysa bu dünyada aşktan güzel bir şey var mı? Öyle olmasa masadaki oniki kişinin on tanesi evli olur mu?
Yapma güzelim yapma... Sen bize bakma... Dön yüzünü aşka...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı