Ana içeriğe atla

Kişisel Farkındalık Üzerine Kişisel Bir Yazı...

Üniversite’de okurken, halen en yakınlarımdan biri olan arkadaşım, el falıma bakmıştı... otuzbeş yaşıma geldiğimde  kocamı veya çocuğumu kaybedeceğimi, devamında büyük bir ruhsal gelişme yaşayacağımı, acımın farkındalık yolunda beni büyük bir ivme ile ileri iteceğini söylemişti...
O günlerde bu sözlere çok üzüldüğümü, hele anne olduktan sonra çocuklarımdan birini kaybetme ihtimalinin yüreğimi yaktığını söylemem lazım. Hele otuzbeş yaşıma geldiğimde neredeyse panik atak geçirecektim... Diyeceksiniz ki; alt tarafı bir fal, ne olmuş... Ne olmuşu var mı, bu kızı gün içinde üçten fazla düşünürseniz, akşamına arar... Hatta bir seferinde gün içinde durmadan düşünüp  aramadığım için azar bile işitmiştim... ‘kontürüne kıyamadın mı’ diye kızmıştı bana...
Kehaneti, 35 olmasada 40’da gerçekleşti... Çok şükür kimse ölmedi.. Bunu düşününce de aklıma hep Mahabarata’da,  Arjuna’nın kadın kılığına girmesinin anlatıldığı bölüm geliyor. Arjuna, dünyanın en büyük savaşçısıdır. Birgün aşkını reddettiği kadın O’na beddua eder ve savaştan önce erkekliğini yitireceğini söyler... Arjuna, ömrü boyunca hazırlandığı büyük savaştan önceki bir yılı kadın kılığında  hadım taklidi yaparak geçirir. Yazar, Arjuna’nın bu davranışı ile kehaneti zarar görmeden savuşturduğunu anlatır... Benim kehanetimde iyi halden dolayı, ölümden boşanmaya dönmüş olsa gerek...
Kehanetin ikinci bölümü ise bir tamam gerçekleşti ve halen de gerçekleşmeye devam ediyor  anlaşılan... Üzüntülerimin beni ruhsal yönden geliştirdiği doğru... Daha anlayışlı, daha sevecen, daha duyarlı bir insan haline geldim... Ayrıca bu dünya üzerinde  bulunabilecek en itikatsız insanlardan biriyken, şimdilerde utanmasam enerjiye iman edicem... Henüz iman etmedim, kabul ediyorum ama olaylar bu şekilde devam ederse yakındır...
Mesela bugün ne oldu?
Bana bir ay önce facebook’tan mesajlar gelmeye başladı... Yok efendim ‘çok güzelsiniz’, vay ‘ne kadar çekicisiniz’,  ‘tanışalım’, ‘görüşelim’ falan filan... Birde arada şiir gönderenler oluyor, bende bunların içinden geyik dönebilecek kapasitede olanlarını ara sıra statüse yazıyorum. Maksat muhabbet olsun... Bunları okurkende şöyle düşünüyorum: adam bu şiiri yazdı, ben diyeyim elli, sen de yüz kadına gönderdi... kim geri dönerse şansını onunla deneyecek...
Bugün bunlardan birini daha statüse taşıdım... Işıl Abla’m ki, kendisi sadece beş vakit namazdan anlamaz, aslında anlarda onada şeytan bırakmaz, evrenin farkındalığımı artırmak için bana bunları gönderdiğini, şayet bir ara  ne istediğime karar verebilirsem gerçeğini de göndereceğini söyleyen bir mesaj yazdı... Ben tabii hemen işi latife tarafından sarıp dalgamı geçtim ama o sırada birşey daha yaptım, açtım şiiri, tekrar okudum... Gönderen son mısrasında,  ‘seni seviyorum, seni sevmek istiyorum, kendine de, bana da izin ver...’ diye yazmış...
Bunu görünce yemin ederim başımdan aşağı bir kova kaynar su döküldü... ‘izin ver’... Kendine de bana da izin ver... Evet izin vermem lazım... Önce kendime yeniden sevmek için izin vermem lazım.. Sonra beni sevmeye kalkışana izin vermem lazım... Farketmem  gereken mesaj  galiba bu, diye düşündüm...
Derken gün içinde koşturmadan unuttum... Akşam bir mesaj daha geldi.. Bu sefer Aslı’dan... ‘mazeret duası yapalım’ yazmış... bişeyler yazdım gönderdim, olmadı, vazgeçmedi... Cevap aynı, acil mazeret duası lazım... Eh dedim Aslı, benden günah gitti. Mazeret duası öyle olmaz böyle olur.. aldım elime kalemi... Ve yazamadım... Benki bu facebook’ta binlerce satır yazmışım iki satır mazeret duasını yazamadım... O zaman ‘tövbe’ dedim... Allah’ım affet... Mazeret duası yazamadım, çünkü gerçekten hazır değilim daha... Bir sevgiyi kalbimden içeri buyur etmeye hazır değilim...
Ne tuhaf değil mi? Bu blog’un satırları arasında, fecebook’un statüslerinde, sabaha kadar süren sohbetlerimizde çoğunlukla aşktan  konuştuk... Ve ben ne kadar da hevesliydim yeni bir heyecanla kalbimin çarpmasına... ama kesinlikle verileceğine ikna olduğumda, isteyemedim...  Çok yaklaştın, iste senin olsun dediklerinde, şaka yapmak için bile ‘tanrım bana bir aşk ver’ diye yazamadım... Hayret... hayret ki ne hayret...
Yalnız burada bir parantez açmak isterim; ah canım, kimsecikleri istemiyor bak, unutmamış hala... gibi lüzümsuz duygusallıklara girip bir tarafınızdan element uydurmayın... Bunun onunla bir ilgisi yok... Daha çok sütten ağzı yandığı için yoğurdu yiyememe olayı bu... Veya çok büyük bir kazadan sağ kurtulup devamında trafiğe çıkamamak gibi birşey... Hala ikna olmadıysanız, kolunuzun veya bacağınızın kesildiği hastaneye gidememek şeklinde de açıklanabilir, bilmem anlatabildim mi?
Konumuza dönelim... Özetlersek; evren benim önemli bir şey hakkında farkındalığımı artırmak istedi. Bunun için hiç tanımadığım bir adam bana yüz, belki iki yüz mısralık bir şiir gönderdi. Neden bu kadar uzun? Neden insan hiç tanımadığı ve tanışma ihtimalinin de neredeyse hiç olmadığı bir kadın için bu kadar zahmete girer...  Copy-paste yapsa, o bile bir iş.. Neden? Şiir başka türlü dikkatimi çekmez de ondan... Adamcağız üstüne düşeni yaptı ve dikkatimi bu şiire çekmeyi başardı.
Işıl Abla’m, burada farketmem gereken şeyler olduğu konusunda beni uyardı. Zira ben şiiri birkaç kez okuduğum ve hatta bir kısmını statüse yazdığım halde, hiçbir şeyin ayırdında değildim. O söyleyince tekrar okudum ve birşeyler kafama dank etti. Ama bildiğiniz gibi sokma akıl yedi adım gider, akşama kadar ne  farkettiğimi unuttum...
Burada Aslı devreye girdi... Bana mazaret duası yaz, dedi... Anladık, tanımadığın adamlardan böyle mesajlar almak  istemiyorsun, peki ne istiyorsun? İstediğini alabilmek için mazaret duası yaz.... Tanrı’ya istediğin şeyi söyle...
Ve son olarak ben geliyorum... Duayı yazamadım... Fark etmem gereken buydu işte... Ben kalbimi yeni bir sevgiye açmayı kabul etmedim daha... Belki ondan, belki bundan... belki yaralarım henüz iyileşmediğinden.... belki yeni iyileştiğinden... biri çarpar da yeniden açılır, kanar korkusundan... bilmiyorum... Ama henüz izin vermedim... Ne kendime, ne başkasına...
Bugün bunu fark ettiğim için çok mutlu oldum...Mutluluğumun üç ana nedeni var: birincisi, tanıdığım ve tanımadığım insanlar bana birşeyi anlayabilmem için yardım etti... En çok da o hiç tanımadığım adam... Hepsine müteşekkirim...
 İkincisi, evren bana kendimi iyileştirmem gerektiğini anlattı... Sonsuza dek korkarak yaşayamam...  Kapalı kapıları,  demir sürgülü pencereleri  açmalıyım...İçeriye tekrar temiz hava girmeli... Dışarıda devam eden bir hayat var ve herkes payına düşen sevgiyi almayı hak ediyor... 
Üçüncüsü, yalnızlığımın sebebi kaknemliğim değil, bir beraberliği gerçekten istememem....
Ne yalan söyleyim, en çok buna sevindim... Kaknem değilmişim, kaknem değilmişim, sadece istemiyormuşum...
YaşasınJ....



Yorumlar

  1. doğa yasalarına ne kadar süreliğine uyar bu son "sevinçli" kararınız?
    kariyer younda haecanan zaman, özellikle kadınlar için böyle bir kompleks tutumu yarqatıyor olabilir mi?

    güzel yazıyorsunuz, sol yanımdakilere avans olarak ekliyorum şimdilk:) sonra orda kalmayı hak edenler kalıyor, hak etmeyenler tekrar siliniyor:)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı