Ana içeriğe atla

Boşanmış kadın kime derler...

Bu cümle az biraz ‘tanınmış adam kime derler’e benzedi... Bildiğiniz gibi tanınmış adam Marko’dur. Benim arkadaşlarımdan birine de bu soruyu sorsanız, size herhalde ‘boşanmış kadın Gülfem’dir, diye cevap verir...
Doğru, ben boşanmış bir kadınım... Hatta boşanmakla kalmayıp, bunu cümle aleme ilan etmiş bir kadınım... Benim boşanma mevzum, facebook’un da katkıları ile, kamuoyunu uzun zamandır meşgul ediyor. Ama bendeniz kulunuz, olayın diyalektiği hakkında kafa yormaya yeni başladım zannederim... Boşanma süreci o kadar karışık ve incitici olabilecek bir süreç ki... Ve içinde bir dünya yenilik ve değişimi  barındırıyor... Dolayısı ile tehlikeli patikalarda, emniyet zinciri olmadan yürümeye benziyor. İnsan tökezlememek için önüne bakmaktan, geçtiği yola bakamıyor. Ancak patika bitip düze çıkınca başınızı arkaya çevirip ‘vay anasını ben ne denli bir yoldan geçmişim, taaa nereden, nereye gelmişim’ diyorsunuz...
Ben evliyken bütün dünya evliydi. Şimdi bütün dünya boşanmış gibi... Ya ben boşanırken, benimle birlikte herkes boşandı, ya da algının seçiciliği dedikleri  böyle bir şey.... Eskiden evli kadınlar olarak çoluk, çocuk ve kocalarımızı  konuşurken, kendimi birden boşanmış kadınlarla süreçler, sorumluluklar ve yeni başlangıçlar hakkında konuşurken buldum. Aradaki geçiş nasıl oldu, benim dünyam 180 derece nasıl döndü aslını sorarsanız net bir fikrim yok....Diyeceksiniz ki, etrafında hiç mi evli arkadaşın kalmadı. Var canım, olmaz olur mu...Ama onlarda ekstra duyarlı... Bizimle birlikteyken evli olduklarını hiç çaktırmıyorlar allah için...
Boşanmış kadının bir torba tanımı vardır toplumda... Pek çoğumuza göre O, mutsuz bir kadındır. Öyle ya kocayı elden kaçırmıştır. Maddi manevi tüm güvenlik unsurlarını kaybetmiştir. Toplumdaki yeri protokolün 2. Sırasından 12. Sırasına gerilemiştir. Birçok evli kadın içinse tehdit unsurudur. Gerekirse eve barka bile sokulmayabilir. Kocanın kaybından dolayı yaşanan tüm sarsıntılar, bir kere O’nu kolay bir kadın yapar. Öyle ya, dünyası allak bullak olmuştur, yıkılacak cami duvarı aramaktadır, seçici olmak durumunda değildir. Sonuç olarak boşanmış kadın; etinden ve sütünden faydalanılabilecek  kıt akıllı bir koyun türevidir...
Peki boşanmış kadın gerçekten bu mudur... Değilse boşanmış kadın bir nedir? Veya diğer bir deyişle boşanmış kadın kime derler....
Bana göre boşanmış kadın ‘romantik kıblesini kaybetmiş’ kadındır.
Hepimizin romantik bir kıblesi vardır. Bu kıblede bir insan oturur... O insan bütün romantik hayallerimizin, bütün heyecanlarımızın  objesidir. Güzel bir müzik çaldığında dans etmek istediğimiz insan O’dur... veya sinemada erkek kızı öpünce başımızı çevirip O’na bakarız. Yağmurda O’nunla el ele yürürüz... Yaşadığımız tüm güzellikleri bir tamam O’nunla paylaşmak isteriz. Ayrılınca üzülürüz, kavuşunca seviniriz... Velhasıl-ı kelam O’nu severiz,  çok severiz, hatta pek çok severiz...O’nun bizim için ‘tek’ olduğuna inanırız. Diğer insanlar gözümüzden silinir gider.  Ve bir insanı böylesine sevmek demek, O’nu alıp romantik kıblemize yerleştirmek demektir....
Kadınlar bu objeyi değiştirmek konusunda tutucudur. Hele de çocukları varsa... Bu sebepten olsa gerek, erkeklerin işin önünü arkasını düşünmeyen uçarı tutumlarına karşı, kadınların statükoyu korumak adına daima  bir takım emniyet tedbirleri olmuştur. Bu çoğu zaman bir cümledir, sürekli mantra gibi tekrarlanır. Misal ‘çocuklarım babasız mı büyüsün’ veya ‘içkisi yok, kumarı yok, akşam en geç sekizde evinde’ gibi...  Adam gider, her haltı yer, kadın yine de bu cümleleri tekrarlamaya devam eder.  Bunlar onun sığınaklarıdır aslında... Olana bitene dayanmak için, kendine saygısını yitirmemek için, akıl ve ruh sağlığını kaybetmemek için kör’ün elindeki değnek misali, bu cümlelere dayanarak yolunu bulur...
Aslında süreç sarihtir. Adam kadının peşinden gider. Türlü romantik numaralarla kadının kapısını aşındırmaya başlar... Kadın temkinlidir. Havva’dan beri o kadar kazık yemiştirki, tecrübelerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı DNA sarmalının üzerinde artık yazılacak çizilecek yer kalmamıştır. Ama erkek bu temkinli hali bertaraf edebilmek için elinden gelen herşeyi yapar.  Ve bir gün kadın kapıyı açar, artık adamın ‘O’ olduğundan şüphesi kalmamıştır. Adam içeri girer ve geçmiş olsun... Kadın fethedilmiştir, olay bitmiştir.
Sakın yanlış anlamayın, ben burada adam kadını terk eder gider falan demek istemiyorum. O ayran gönüllülerin lafını etmeye değmez. Ben gerçek aşktan bahsediyorum.  Hikayenin devamında adam ve kadın evlenir, evleri, arabaları, boy boy çocukları olur. Adam kadını büyük ihtimalle gerçekten sevmektedir de... ama dedim ya; kapı açıldıktan sonra, hiçbirşey bir daha eskisi gibi olmaz.
Erkekleri, sevgisinden emin oldukları andan başlayarak, aşık oldukları kadını incetecek davranışların içine iten sebep nedir acaba? Neden habire sevdikleri kadının ve müptelası oldukları hayatlarının üzerine kumar oynarlar?  Kurulan sofraya herkesten evvel oturup, tencerenin yarısını yedikten sonra ‘yemeği beğenmedim’ dedirten akıl, nasıl bir akıldır acaba?.. Bu sofrayla sınırlı değil tabii... Siz bunu hayalgücünüzü kullanarak, hayatın diğer bölümlerine de yayın... Sonunda elimizde talepkar ve memnuniyetsiz bir erkek ile aşağılık kompleksi içinde kavrulmuş ve kendine güvenini hat safhada kaybetmiş bir kadın kalır...
Geçen yaz Kemer’e gitmiştim.  Otelde Rus bir çift vardı. Zenginler, belli... Yanlarında çocuk bakıcıları ile falan dolaşıyorlar... Giyim, kuşam yerinde... Kadın yeni doğum yapmış. Dolayısı ile adam kendini iyice garantiye almış.. Öyle ya, kadınla aralarında artık kopmayacak bir bağ var.. Kadının halini  ise görmenizi isterdim.  Adamın ilgisini çekebilmek için birşeyler anlatıyor, adamı sohbete dahil etmek istiyor, elini tutuyor falan filan... Adam da kadından başka her yere bakıyor ve herkesle ilgileniyor. Rusça bilsem, gidip ‘bak kardeşim, sen şimdi hangi akla hizmet böyle yapıyorsun bilmiyorum, ama bu salonda gördüğün herkes, bir saat sonra odasına gidecek, sen bu kadınla bir ömür başbaşa kalacaksın. Vazgeç bu havalardan, aklını başına topla’ diyecektim... O kadar içime oturdu yani...
Hayır,  diyeceksiniz ki sana ne... Tabii bana ne... ama ben bu işin sonunun nereye varacağını biliyorum...  Şimdi kadın bunlara üzüldü ya, bir şekilde vıdı vıdı yapacak ve sonunda kavga çıkaracak... Adam, şayet kadında gönlü varsa geri adam atacak... Uzlaşmanın bir yolu bulunacak. Bir süre bahar havası... sonra aynı döngü baştan başlayacak...
Sonunda; olaylar öyle bir yere gelecek ki, adam artık kadının hayatının romantik kıblesi olmayacak... Yani kadın yağmurda O’nunla el ele yürümek istemeyecek. Filmin kahramanı kızı öpünce dönüp O’na bakmayacak. Güzel  bir müzik dinlediğinde akılına O’nunla dans etmek gelmeyecek... Gittiği  yeri beğenirse, keşke yanımda O’da olsaydı diye iç geçirmeyecek... Ne oldu? Film bitti, perde kapandı... Veladdalin, amin... Kadın boşandı... O adamla aynı çatı altında yaşasada, geceleri aynı yatağa yatsada sonuç değişmez... Kadın boşanmıştır, evlilik bitmiştir. Erkek, bunu kadın evden gitmeden anlayamaz, o ayrı...
Kendine yeni bir hayat kurmaya maddi veya manevi gücü yetmeyenler kalmayı seçiyor.  Bir arkadaşım onbeş senelik evliliğini ve onbeş senelik işini aynı anda bıraktı... üç tane çocuk ve cebinde sadece 800 lira parayla... Bu bir hayat seçimi... yapabileni çok takdir etmek lazım, kolay değil çünkü... Yapamayana da allah sabır versin...
Ben olayın yapabilenler tarafındayım... İki çocuğunu alıp ‘hadi bana eyvellah’ diyen delilerdenim...  Yıllarca kapının eşiğine kadar geldim, geldim ve geri döndüm... Eşiği aşarsam, hayatım orada bitecek sanmıştım... Öyle ya, geride kendimi bildim bileli sevdiğim adamı ve tüm birikimlerimi bırakıyordum. O günlerde dertleştiğim bir arkadaşım bana ‘senin burada bir yatırımın var, bırakıp gidemezsin’  demişti...  Ne kadar korktuğumu ve ne kadar gözyaşı döktüğümü hatırlıyorum. Ama galiba bana yatırımlarımdan daha çok ‘bir zamanlar sevdiğim adamı  bırakıp gitmek’ düşüncesi koymuştu... Biz kadınlar sandığımızdan daha tutucuyuz galiba... Sevgimiz bittikten sonra, hatırasına saygı duymaya devam ediyoruz... Öyle olmasa kocası öleli yirmi sene olduğu halde, yüzüğünü çıkarmamış kadınları neyle açıklarız...
Boşandıktan sonra arkadaşlarım bana en çok ‘vaktin geldiğini nasıl anladın’ diye sormuşlardı. Çünkü eşiği geçtikten sonra  bir kez bile geriye dönmek arzusu veya pişmanlık hissi duymadım... Bu herkesin dikkatini çekti tabii... O vakit mantıklı bir cevap verememiştim. Dedim ya, insan yaşarken bilemiyor, ancak bittiğinde anlıyor başına geleni... Bari şimdi cevap vereyim; hanımlar, romantik kıblenizi kontrol edin. Orada halen kocanız varsa, sorun yok, devam... kavgalar, gürültüler, anlaşmazlıklar yaşanır ve geçer... Ama romantik kıblenizde kocanız yoksa, geçmiş olsun... Artık herşey sadece bir zamanlama meselesidir...
Fazla korkmaya da gerek yok bence... Daha boşandığına pişman olan kadın görmedim ben... Tüm boşanmış kadınlarda, hayatın ağırlaşan yüküne karşın bir hafiflemişlik duygusu var...  Eski aşkına baka baka yaşamak, çok sevdiğin ama bir yangınla kül olan evinin yıkıntıları arasında oturmaya benziyor . O islenmiş duvarları, yarısı yanmış perdeleri, emek verdiğin ama artık kullanılamayacak hale gelmiş eşyalarını göre göre yaşamaktansa,  gidip bir yerlerde yeniden başlamak galiba çok daha iyi...
Şimdi kalkıp bana boşanmanın savunmasını yapıyorsun demeyin... Herkes yerinde sağ olsun. Ama birilerinin de doğruları söylemesi lazım. Netice de herkesin aklı var, fikri var... Kendine uygun olanı seçmek yine kişinin kendine kalmış...
Başlarken bahsetmiştim, bir boşanmış kadınlar klübümüz var... Evlilerin de araziye uyduğu klüp... Orada yeni hayatımızı, kazanmamız gereken paraları, omuzlarımıza binen yükleri, omuzlarımızdan kalkan yükleri ve yine aşkı konuşuyoruz. Belki en çok aşkı konuşuyoruz.  Ama çok temkinliyiz.  Bir kere sütten ağzımız yandı ya, yoğurda da pek iyi gözle bakmıyoruz... bazılarımız una ve şekere de yaklaşmıyor, rengi beyaz diye... Aslında fena da olmuyor, hem ruh hem beden sağlığımızı koruyoruz...
Toplumda boşanmış kadın kolay kadındır ya, aslında bekar bir kadını elde etmek, boşanmış bir kadını elde etmekten daha kolay galiba... O’nun ruhunun etrafında bizim kadar yüksek duvarlar yok çünkü... Bizim hem duvarlarımız, hem sorumluluklarımız var...
Geçenlerde bir haber geldi; boşanmış,  dört çocuğu olan ve kırkını geçmiş bir arkadaşımız evlenmiş... Evet kadın kırk yaşını aşmış, dört çocuğu var ve yeniden evlenmiş... Ben doğru yazdım, siz doğru okudunuz... Evlendiği adam kadına ‘sen benim hayatımı zenginleştirdin... Bu dört çocuk bir hazine... Bana bir aile verdin, sana minnettarım...’ demiş. Kulaklarıma inanamadım. Duyunca gözlerim yaşarmıştı, şimdi yazarken tekrar yaşardı... Hayatın bir kertesini atladıktan sonra  böyle şeyler insanı çok etkiliyor. Olay kırkını geçmiş dört çocuklu bir kadının evlenmesi değil... Etkileyeci olan, bu güzellikte bir ruha sahip olan insanların dünya yüzünde halen var olması...
Küçük bir detay; olay Amsterdam’da geçiyor, adam Hollandalı... Ne yapsak, Berlin’den vazgeçip Hollanda’ya mı gitsek...
Bunu romantik filmler izleme gecemizde tartışalım. En çok oy hangi şehire çıkarsa oraya gidelim.... Üstümüzden uçan kuşların bile yabancı olduğu yaban ellerde sürünelim, her mihneti kabul edelim, yeter ki gönüller bir olsun...
Yine, yeni, yeniden.... Hepinize aşk olsun...

Yorumlar

  1. abla yaaa çok uzun yazıyosun, blog yazma kitap yaz bence : ) ama bi boş vakitte hepsini okuycam. sen de benimkileri okuuuu. haa bu arada boşanmış kadın, evli kadın, bekar kadın diye bişey yoktur, sadece "kadın" vardır ve bu başlı başına herşeydir.

    YanıtlaSil
  2. protest ve iddialı bir düşünce (değil daha çok duygu) ürünüyle karşı karşıyayız.

    Aslında doğruları oldukça fazla bir yazı.

    Erkek libidosunun dışa dönük yüzü kişiye göre değişken olsa, üst beyine daha faşizan bir komut göndererek bastırılması sağlanabilir.
    Ama yazının sonunda verilen örneğin erkeği kadın karşısında ayrıcalıklı yapan neden değil de, o davranışın farklı bir önkoşula bağlı olduğunu düşünmek gerek.
    Yoksa, dünyada bütün sağlıklı erkekler ile sağlıklı kadınların doğası aynı; kültür ve uzlaşı noktalarını belirleyen etken ise daha başka şey....
    insan doğasını nispeten kontrol etmek uzlaşının bedeli sayılabilir de, tersine çevirmeye çalışmak yabancılaşmak olur ki, asıl arıza o zaman görülür.
    Akılma gelmişken "çocuklar duymasın" dizisinde iki erkek karakter var:birisi taş fırın erkeği haluk, diğeri layt selami. kadınlar haluk'u layt yapmak için bütün çabasını sarfederken, aslında layt haluk'u pek ciddiye alınmayan, alay edilen bir tip olarak görüyorlar. Buna kadın çelşikisi diyorum.
    Dindarların kendi eşlerini kapattıktan sonra beğenmeyip, heveslerini dışarıda aradıkları gibi....

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı