Ana içeriğe atla

Alıştığımız Bir Şeymiş Yaşamak...

Mahabarata’da,  gelmiş geçmiş kralların en bilgesi Yudiştra’nın,  su içmek için ırmağın kıyısına vardığı bir öykü anlatılır. Yudiştra kendisini yakıp kavuran susuzlukla kıyıya indiğinde, kardeşlerinin ve karısının ölü bedenlerini görür. Hemen kılıcını çekerek etrafta bir düşman aramaya koyulur. Ancak susuzluğu dayanılmaz boyutlardadır. İçmek için elini ırmağa daldırdığı anda, gaipten bir ses, sorularına yanıt vermeden içerse, kardeşleri gibi öleceğini söyler. Sesin sahibi, Yudiştra’nın babası  Tanrı Dharma’dır...  Bir insandan doğan oğlunu tanımak için yeryüzüne inmiş ve ırmağın şekline bürünmüştür.
Yudiştra kendini kontrol etmeyi başarır. Kim olduğunu bilmeden, babasının sorduğu sorulara yanıt vermeye başlar. Tanrı, Yudiştra’ya bu evrendeki en büyük mucizenin ne olduğunu sorar. Yudiştra en büyük mucizenin, her an ölebilecek insanların, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaları olduğunu söyler. Dharma bu cevaptan çok memnun kalır ve kardeşlerini de dirilterek, oğlunu kutsar ve oradan ayrılır.
Son bir haftadır bu hikayeyi çok sık düşünür oldum. Daha doğrusu, Yudiştra’nın cevabını düşünüyorum. Evredeki en büyük mucize gerçekten ‘ölümlü olduğumuz halde, ölümsüzmüşüz gibi yaşamamız’ olabilir mi...
İnsan denilen varlık aslında ne kadar kırılgandır. Bütün deneyimlerimizi, tecrübeyle kazanılmış akıl yürütmelerimizi, öğrendiğimiz binlerce satır bilgiyi, davranışı, duyguyu bir milimetre kalınlığında bir örtü sarar. Bu örtüyü dik tutan, santimetre bazında çeperi olan kemiklerdir. Bu kemikler birbirine incecik kas iplikleri ile bağlıdır. Orta keskinlikte bir bıçak deriyi de, kasları da, sinirleri de kesmeye yeter. Kemikleri ise elinize alıp kuru dal parçaları gibi kırabilirsiniz.
Böyle bakınca biriktirdiğimiz tüm yaşam malzemesinin ne kadar korunaksız olduğu daha iyi göze çarpar. Bu narin kafesin ortasında çarpan kalp ve kendine ait bölümde hüküm süren beyin aslında ne kadar çaresizdir. Biz bir kalp, bir beyin, bir kas, bir kemik olmasak da, onlar olmadan da olamayız. Var olmak için bağımlı olduklarımız ise, pamuk ipliği ile bile bağlı değildir dünyaya...
Ancak beyin bu çaresizliği reddeder... Bu reddeşin iki ayrı uzantısı vardır. Birincisinde kendine ölüme hiç yakıştırmaz, ikincisinde ölümden sonra bir yaşam veya reenkarnasyon umar.  Cümlenin ikinci yarısının doğruluğu şüphelidir, ancak birinci kısımın doğru olduğunu hepimiz defalarca yaşayarak, test ederek öğrenmişizdir. İnsan doğar, yaşar ve ölür... Bu iki kere ikinin dört ettiği kadar kesin bir gerçektir.
Ölmek düşüncesi, insanda anksiyete yaratır. Belki de onu külliyen reddeşinin arkasında, hayata ve yaşamaya duyduğu derin sevgi yatar. Ama insan öleceğini unuttuğunda, yaşadığını da unutur.
Nefes alırken, gezerken, dolaşırken, yemek yerken, gülerken veya ağlarken, derya içinde olup da deryayı bilmeyen balık misali, farkına varmaz hayatın... ne zaman ki kendisini taşıyan bu incecik kabuğa bir tehdit ulaşır, o zaman anlar hanyayı konyayı... tam da benim anladığım gibi...
Dedim ya bir haftadır düşünüyorum. Belki ölüm kapıya gelmiştir. Belki bu hayat sonlanmak üzeredir. Biyopsinin sonucu iyi gelirse,  yarım saat içinde unutacağım düşünceler beynimde cirit atıyor. Diyelim ki, iyi gelmedi sonuç... O zaman gözüm arkada kalmadan gidebilecekmiyim buralardan...
Geçtiğimiz hafta sonu uzun süredir istediğim birşey yaptım. Kendime 5+1 ses sistemi aldım. İyi bir marka, etek dolusu para verdik ama neticeye bakarsak değmiş görünüyor. Dün sabah bu setin sesini sonuna kadar açtım. Müzik önce evi doldurdu, sonra duvarlardan ve tavandan akmaya başladı. Ben evde dolanırken, dişimi fırçalarken, kahve mi pişirirken, üstümü değiştirirken bana eşlik etti... Daha önce hiç böyle birşey yapmamıştım. Meğer ne büyük zevkmiş. Güne güzel bir müziği, kaliteli bir müzik setinden dinleyerek başlamak demek ki fark yaratabiliyormuş.
Sonra denize bakan koltuğuma oturdum. Acaba dedim başka neler vardı, böyle fark yaratabilecek? Neleri yapabilecekken yapmadım, atladım, boşverdim veya cesaret edemedim...
Hayatım, gözlerimin önünde boşlukları diş kovuğu gibi sırıtan kırkbin parçalık bir puzzle’a dönüştü. Puzzle’ı duvara astım, başladım incelemeye... Ne çok eksik, gedik var... Ve işin tuhafı en çok arzu ettiklerimi yapmamışım. Gerçekleşmesini en büyük tutku ile istediğim şeylerin yeri boş kalmış. Bazıları için param yokmuş, bazıları için vaktim olmamış, bir kısmına da ne para ne pul gerekmezken, cesaret edememişim... En çok da bunlar içimi yaktı. Acaba neden cesaret edememişim?  Neden korkmuşumda geri çekilmişim... Ölmekten korktuysam, ölüm başka yerden de gelip bulabiliyor insanı... Başkaları ne der diye korktuysam, ben ne yaparsam yapayım, onlar zaten diyeceklerini diyorlar...
Dinlediğim CD bitene kadar kendi kişisel hayat haritamın puzzle versiyonun başında oturdum.  Hayatımda büyük küçük fark yaratabilecek, yapma şansım varken yapmadığım şeylerin listesini çıkardım. Bunları gerçekleştirmek için bir yerinden başlamam gerektiğine karar verdim. Gerçi bazılarına ulaşmam hiçbir vakit mümkün olmayacak farkındayım ama, listeyi ne kadar kısaltırsak, o kadar kâr diye düşünüyorum...
Yaşamak bir süre sonra insan da alışkanlık yapıyor. Alışılan herşey gibi de gereken özeni, ihtimamı göremiyor. Ne demişti şair:

Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü,
Alıştığımız bir şeydi yaşamak...
Oysa ne güzeldir masmavi gök parçası ve yemyeşil dal demeti ve yumuşacık kuş tüyü...
Bundan sonra ertelemeden, tutkularımın peşinden giderek, yaşadığımın farkına vararak yaşamak istiyorum. Misal, bu hafta sonu ata binmeye gidiyorum. Hep istemiştim ama düşerim de bir yerim kırılır diye cesaret edememiştim. Olan bitenden sonra şöyle düşündüm;
Olabilir, düşebilirim... bir hatta birden çok kemiğim kırılabilir... Amma ve-lakin dostlar, ölümün olduğu yerde birkaç kırık kemiğin lafımı olur...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı