Ana içeriğe atla

Ben bahçemi özledim..

Oldu bitti, nebatatla aram iyidir. Saksıları, bahçeleri, baharda yeşeren dalları, çiçek açan ağaçları çok severim… Kuru kabukların üstünden filiz veren yeşil yapraklar içimi yaşama sevinci ile doldurur. Orman görsem mutlu olurum…

Çiçeklerle ilk teşrik-i mesaim üniversite yıllarımda başlar. Annem, bakımı külfet olur diye evde çiçek barındırmazdı. Bu yüzden aklım erince ben eve bir şeyler taşımaya başladım. Hiç unutmam, yağmurlu bir bahar akşamı deniz otobüsünden indim, baktım karşımda mimoza dalları satan çingene bir kadın… Cebimde sadece eve gidecek kadar taksi parası var. Sordum mimozalar da o kadarmış. Parayı çingeneye verdim, o yağmurun altında eve kadar mimozaları koklayarak yürüdüm. Sevincimi hala hatırlarım…

Bir gün Beşiktaş’tan geçerken çiçek pazarına uğradım. Saksıların içindeki rengârenk çiçekleri kaç saat seyrettiğimi hatırlamıyorum. O gün eve iki saksı çiçekle geldim. Annem itiraz etti, olmaz, yaşamaz bunlar burada dedi… Ama o saksılar, yıllarca anneme inat bizim salonun en güzel süsü oldu…

Derken evlendim. Çeyizimde çiçeklerimde vardı. Evimin bir köşesi çiçek köşesi oldu. Güzel bir Yuka, adam boyu bir Difenbahya, daha bir sürü çiçekli saksı… Ben onları sevdim, onlar beni sevdi. Kimsenin evinde açmadıkları gibi açtılar, kimsenin evinde büyümedikleri gibi büyüdüler… Görenler hayran oldu…

Sonra bir gün o evden taşındık. Taşıma şirketi, kamyonda yer kalmadı diye çiçeklerimi almadı. Koca koca saksılar, kendi arabamıza da sığmadı… Çiçeklerim o evde bir başına kaldı. Ayrılırken çok ağladım, ama çiçekleri o evden alamadım…

İlk bahçemi böyle kaybettim…

Aradan yıllar geçti. Levent’te bir ofise taşıdık büromuzu… Yerimiz apartmanın zemin katıydı, önümüzde küçük bir bahçe vardı. Nasıl sevindim anlatamam… Bahçede iki kiraz ağacı, bir de muşmula dikiliydi. Mevsimi gelince meyve verirlerdi. Toplayıp yemesi pek güzel olurdu. İki kiraz ağacının arasına Defne’ye salıncak kurardık yazları… Gazanya’nın ne kadar güzel bir çiçek olduğunu ben o bahçede keşfettim. Bir gün ofisi şimdiki yerine taşımaya karar verdik. Daire, üçüncü katta… Komşulara haber saldım, gelin çiçekleri alın diye… O gün mahallede izdiham oldu… Bütün gazanyaları, siklamenleri, menekşeleri, cam güzellerini söküp götürdüler…

İkinci bahçemi de böyle kaybettim…

Yıllar yılları kovaladı… Müstakil bir eve taşındık. Bahçe büyüktü, kocamandı, benimdi… Başladım ekip, biçip, donatmaya... Önce yetmiş tane leylandi getirdim. Tek tek kendi elimle seçtim Yalova’daki fidanlıktan… Hepsi kalem kadar gövdeleri ile geldiler, yerlerine dikildiler… Bir Defne aldım, kızımın adına uygun… O’na Defne ağacı diyorduk. Deniz ‘benim ağacım nerede’ deyince, gittim bir manolya aldım. Dedim ki, bu da Deniz ağacı… Bir ıhlamur, bir salkım söğüt, bir çınar… Top top lavantalar, her cinsten meyve, şimşir… Mevsimi gelince lale, sümbül, siklamen, cam güzeli, açelya, sardunya… ve gazanya, ille de gazanya… Sene de iki kez Yalova’ya gider oldum… Biri yaza girerken, biri kışa girerken… Kendi elimle dikerdim mevsimlik çiçeklerimi, sonra da oturur seyrederdim saatlerce.. Fideleri alırken hep bir şeyler hissederdim. Elimle dokununca bir şey hissetmediğim fideleri almazdım, mesela… Kimi zaman hiç yapraksız, çiçeksiz dallar alır getirirdim. Görenler ‘bunlar adam olmaz’ derdi. Ama yerine dikilince o dallar bir çoşardı, bir çoşardı… Yalova’nın bir köyünden yüz kök alev ağacı getirip dikmiştim. Seradan teker teker seçtim hepsini… Bahar gelince kıpkırmızı kesilirlerdi. Yemyeşil leylandilerin yanında seyretmeye doyum olmazdı… Ve bir gün bir gül fidanı aldım. Kırk, bilemedin elli cm boyu vardı… Verandanın duvarının dibine diktim. Gül, güneşi sever… Benim bahçem kuzeydi. Yani bütün bitkiler güneşe hasret… Ama çoğu güneş gören bahçeden daha çok açardı çiçeklerim, ağaçlarım daha hızlı büyürdü… Gül de, güneş olmadan büyüdü, cepheyi kapladı… Çay tabağı kadar çiçekler açmaya başladı. Goncaları pembeydi, açıldıkça beyazlardı... İlkbaharda tomurcuklanır, kar yağana kadar çiçeğe dururdu... Bahçeye bazen sırf Gül’ü seyretmeye çıkardım. Hıdırellez gelince dibine çömlek gömerdim... Yanına oturur çay içerdim. Yazları, birlikte beklerdik akşamın inmesini…

Bahçeye en son bir meşe geldi… Dokuz buçuk metre boyu vardı... Beşyüz kg lık saksısı ile salondan boylu boyunca geçti…Adamlar kolay dönsün diye üstten elli cm lik kısmını kesmeye iki saat yalvardılar, razı olmadım. Sonunda bezdiler ‘abla salonun rezil olursa mesuliyet kabul etmeyiz’ dediler... Epey bir debelendikten sonra meşe bahçeye çıktı, yerine dikildi... O gün hissettiğim sevinci unutamam… Bahçenin yüksek duvarları vardı. Eve yaklaşırken meşenin dalları o duvarın üstünden görünürdü… Sanki camda beni bekleyen çocuğumu görmüş gibi, misafirliğe gittiğim evin camından el sallayan dostumu görmüş gibi hissederdim ben de… İçimi sevinç kaplardı…

Nihayet takvimler 2009 senesinin son baharını gösterdi. Bahçeyi derleyip toplamak lazım, kışa hazırlamak lazım. Biz bahçıvanla çalışıyoruz, kızlarda yanımızda yöremizde oynuyorlar. Defne elinde gül’ün budanmış dallarından ikisi ile geldi: anne ben bunları dikicem, nereye dikeyim… Diksede mevsimi değil, tutmaz… Dikme desen çocuk, gönlü kırılır… Eline kenarı kırık bir saksı verdim, al kızım buna dik, dedim. Bahçıvan bağ bıçağı ile usulünce kesti dalı, ‘bak dikiyoruz ama tutmazsa ağlama’ dedi…

O saksı kış boyu salonun camının dibinde durdu… Evdeki fırtınanın bir sureti bahçede koparken, üzerine karlar yağdı, yağmurlar yağdı… O iki dal unutuldu…

Derken bahar geldi, bahçe uyandı… Ağaçlara su yürüdü, çiçekler açtı… Gül hafiften tomurcuklandı… Biz de bohçamızı topladık… Bundan böyle ev diye bileceğimiz apartman dairesine taşınmaya hazırlandık... Bir nisan akşamüstü, evi son kez dolandım, açık musluk, elektrik düğmesi varsa kapattım. Ve bahçeye çıktım…

Meşe ile göz göze geldik. Dibindeki kıymetli sardunyalarım ile birlikte beni selamladı… Verandanın kenarındaki lavantalar hafifçe sallandılar rüzgarda… Olsun, biz seni anladık der gibiydiler… Leylandiler, kalem kadar dalları artık bileğimden kalın, boyları boyumu çoktan aşmış leylandiler kollarını uzattılar sanki... Diplerini süsleyen gazanyalar yapraklarını eğdiler... Yaseminler, hanımelleri son kez koktular burcu burcu… Salkım söğüt, çınar, ıhlamur son kez salındılar nazlı nazlı… Ve gül… Benim gül’üm… Son kez bakıştık karşılıklı… Kusura bakma dedim, buraya kadarmış, iyi olacaksın, biliyorum… Güle güle git, dedi biliyorum sende iyi olacaksın… O sırada bir rüzgar esti, gül’ün çiçeklerden ağırlaşmış dalı eğildi, bir kış boyu karın, yağmurun altında unuttuğumuz kırık saksıya değdi.. Gözüm gayri ihtiyari takip etti gül’ün dalını. Baktım ve o anda gördüm… Çelikler yeşermişti. Gül’ün dallarından aldığımız çelikler tutmuştu… Mevsiminde dikilmeyen, bir kış boyu karla, yağmurla, fırtına ile cebelleşen o incecik dal parçaları, uçlarında minicik yaprakları ile bahara merhaba demişlerdi. Saksıyı aldım, anneme uzattım, götür bunu Marmaris’e, evin önüne dik, gelince orada görürüm ben gül’ümü dedim… Annem uzandı, saksıyı aldı, baktım, ağlıyordu… Kapıları kilitledim, evden çıktım…

Üçüncü bahçemi de böyle kaybettim…

Şimdi yeniden bahar geldi… Ben o evin ne kocaman salonlarını özledim, ne gösterişli odalarını… Ne içinde at koşturulan mutfağını özledim, ne koltuk koyulan banyolarını… Bahçesini özledim, yalnız… Baharda bahçenin uyanmasını özledim, ağaçlara su yürümesini özledim, çiçeklerin açmasını seyretmeyi özledim... Gül’ün tomurcuklarını, meşenin yapraklarını özledim…

Bahar geldi, ben bahçemi özledim…

Yorumlar

  1. Ne ararken neyi buldum, ne düşünürken ne zamanın güzel bir yazısını okudum... Hayatınızın hep çiçek açması, ve hiç yitmemesi dileklerimle...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben de başka şeyler için bakınırken yorumunuzu tesadüfen gördüm. Hayat her daim çiçek açar mı? O konuda kafalar artık karışık. Yine de kalpten teşekkürler. Ansızın iyi dileklere rastlamak güzel...

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı