Ana içeriğe atla

Her Yaşın Bir Kitlesi Var...

İnsan kadın olunca her yaşta değişik bir kitleye sahip olmak kaçınılmazdır.
Doğduğumuz zaman, doğum yerimize ve içine doğduğumuz ailenin meşrebine bağlı olarak, cinsiyetimiz sebebi ile,  bir kitlemiz olur. Kız çocuğun kayıp olarak kabul edildiği bir kültürde doğmuşsanız bu kitle sizden nefret eder. Kültür,  sizi bir kazanç olarak kabul eden yeni moda şehirli akımların etkisini taşıyorsa, bu sefer kitleniz size hayrandır.
İlkokul çağlarına geldiğimizde, etrafımızda koruyucu bir kitle oluşmaya başlar. Kız çocuk narindir, nazenindir. Yaş ilerledikçe koruyucu kitlenin kalınlığının artması da bu yüzdendir.
Yaş onbeşi geçtiğinde bir hayran kitlesi peydah olur.  Koruyucu kitle ile hayran kitlesi arasındaki sürtüşmeler, elektriklenmeler de bu yaşlarda başlar.
Derken hayran kitlesinden biri, koruyucu kitleyi aşmayı başarır. Bu hayranın genç kıza ulaşması ile birlikte,  aile kitlesi oluşmaya başlar. Hepimiz, hayatının baharında genç kadınlar olarak, kendi ailemizi oluşturmaya böyle başlarız.
Aile kitlemiz yıllarla birlikte kendi emeklerimiz ile büyür genişler. Biz kadınlar bu işe kanımızla, canımızla gireriz. Çünkü Tanrı bize bir noktadan sonra kendi kitlemizi kendimiz üretebilme kabiliyeti vermiştir.
Bazen aile kitlemizden kendi imalatımız olmayanlar ayrılabilir. Ama kadına her türlü kazığı atmayı marifet saymış doğanın nedameti gereği, içimizden çıkardığımız kitlemiz hep bizimledir.
Derken yaş kemale ermeye başlar.  Çocuklarımızın yuvadan uçma vakti yaklaşmaktadır.  Doğduğumuz günden beri bizi bir kitle ile sarmaya alışmış kaderimiz, boşlukları doldurmak için harekete geçer. Kendi kitleni kendin yarat, motto'sunun etkisi ile, çocuk doğurma yaşını geçen kadın bedeni bu sefer içsel kitleler oluşturmaya başlar ki; benim başıma gelen de tam olarak budur...
Doktorluk ilmi bu tabiat gerçeğinin herkesten evvel farkındadır. Bu yüzden kırk yaşını geçen kadınları senede birkez olsun ters-yüz edip, içini dışına çıkaracak şekilde görüntülemeyi adet edinmişlerdir. Bazı sigorta şirketleri de bu çalışmalara, ‘sigorta poliçesi alana bedava check-up’ mantığı ile promosyonel destek vermektedirler.
Benim hikayemde işte tam bu noktada başlar. En son kertede, metaryalist dünyanın tuzaklarına düşen akıl ve izanım, tam onbir senedir dönüp yüzüne bakmadığı bedava check-up hakkını onikinci senede kullanmaya karar verir. Ve bingo... Vücudun sol meme bölgesinde bir kitle oluşturulmuştur bile...
Bundan sonraki aşama bir kandırmaca ve tiyatro dekoru içinde geçer. En büyük yalanı doktor söyler. Biyopsiyi dental iğnelerle yapıyoruz, 20 dakika sürüyor, der. Buna inanan hasta da kalkar kendi ayağı ile koyun gibi hastaneye gider...
Dün oynanan tiyatro oyununda koyun rolünde ben vardım. Uzun bir muayene masasına yattım. Strelize edilmiş ultrasonografi cihazı yanı başıma geldi. Doktor, önce kitleyi buldu ve devamında söz verdiği gibi dental iğne ile lokal anesteziyi yaptı. On dakika bekledik. Ve sonra alet çantasından bir bistür çıkardı... Bistür, yani neşter... ameliyat bıçağı...  Tabii bende şafak attı... Bu ne doktor, diye sordum. Anlaşmada bu yoktu. Sizinle anlaşmamız hissettiğiniz kısım ile ilgiliydi, dedi. Hissettiğiniz şey dental iğne, burada ben sözümü tuttum. Neşter hissetmeyeceğiniz kısma giriyor, dolayısı ile anlaşmanın bozulması gibi bir durum yok. Şimdi acırsa söyleyin lütfen... Ve ben daha ‘ne oluyor’ demeye kalmadan neşteri bastı ve derimi kesti...  Haydaa... ben öylece kala kaldım. Doktor ‘acırsa söyleyin’ diyor ve kesmeye devam ediyor. Tamam kabul acımıyor ama, ortada bir kesik var. Hem neşter dikine deriye girmeye devam ediyor, onu ne yapıcaz...
Meğer bu iyi zamanlarımızmış... Devamında doktor çantadan bir iğne aldı. İğne dediysem lafın gelişi... Görünce, ağzımdan istemsiz bir 'yuh ve hatta oha' lafı çıktı. Ayıp oldu, kabul ediyorum. Ama dediğim gibi tamamen istemsiz ve korunma refleksi ile oldu. Gerçi görseniz sizde hak verirdiniz. Alet yarım parmak su borusu genişliğinde, lakâl 20 cm uzunlukta, koyun bıçaklarının sapına benzer  tutma yeri olan acaip birşey... Kendisi çift cidarlıymış, içinde örnek almaya yarayan bir bıçak varmış. Sapında da bu bıçağın açılıp kapanmasına kumanda eden bir mekanizma...
Doktor az önce oluşturduğu kesikten içeri bu iğneyi soktu. Ve başladı aramaya... Şimdi biz yapı elemanları ile çalışmaya alışmış insanlar olarak, bu kadar raslantısal işlere alışık değiliz. Yapı elemanı rijittir ve ne arıyorsan koyduğun yerde bulursun.  Sözgelimi, duvarı ördüğün tuğla, kalkıp gitmez. Boru nereye döşendiyse orada durur. Ama bu doktorluk işinde anlaşılan öyle değil... Çünkü doktor ultrason ekranında takip ederek habire iğneyi biryerlere saplıyor.. Oradan çıkarıyor, öbür yana sokuyor falan... Bir zaman sonra benim içime fenalık geldi. Kardeşim sapla iğneni al örneğini, sen sağ ben selamet... Ne kurcalıyorsun, maden mi çıkaracaksın? Meğer çevre dokulara zarar vermemeye çalışıyorlarmış. Tabii anestezinin etkisi geçince gördük zarar görmeyen çevre dokuları ya, neyse... Ona girmeyelim şimdi...
Bu arama tarama faslı üç kez tekrarlandı. Yani doktor üç kez örnek aldı. Ve işlem toplam kırk dakika sürdü. Sonunda ben biyopsiden çıktım...
Bence tıp ilminin rasyonalite adına öğrenmesi gereken çok şey var. Belki doktorlara tababet yanında mühendislik de okutulmalı... Şahsen doktor ben olsam, o kesiği 2 cm daha açar, örnek alana kadar hepsini alırdım ama her yiğidin bir yoğurt yiyişi var, karışmak olmuyor haliyle...
Biyopsiden sonra ofise geldim. Hazırlanacak bir teklif vardı, onu yazdım. Akşam eve gittim, koltuğa uzandım, derin bir ‘oh’ çektim... Çektiğim eziyetin ancak o zaman farkına vardım...
Şimdi sonuç gelsin diye bekliyorum.  Bu arada neredeyse hergün kan vermeye gidiyorum.  Durmadan birşeylere bakıyorlar, neye baktıklarını da söylemiyorlar. Ama dün bir tanesi ağzından kaçırdı, CRP bakıyoruz, dedi. Kanser olunca yükselen bir değermiş, ona bakarlarsa diğer testlerdeki birçok veri anlaşılır hale gelecekmiş...
Bu işler olup biterken benim kafamda da birçok şey anlaşılır hale geldi. Yavaşlamak lazım, dert etmemek lazım, strese bulaşmamak lazım... Herşeyi oluruna bırakmak, olmayanın arkasına düşmemek lazım... Bir de en önemlisi bedava diye gidip check-up yaptırmamak lazım... Bedava sirke baldan tatlıdır, ama bedava check-up başınıza olmadık işler açabilir... Benden söylemesi...
Perşembe’ye kadar hoşçakalın, dingin kalın, mutlu kalın... ama hepsinden önemlisi sağlıkla kalın... Hepimiz sağlıkla kalalım... Kendinize iyi bakın...
Laf olsun diye değil ama, gerçekten iyi bakın...


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı