Ana içeriğe atla

Sayım suyum yok..



Doğumgünü geri sayımlarımda maziyi düşünmeye başlıyorum. Eski defterleri açıp, satır aralarını okuyorum. Anılarımı tozlu raflarından indiriyor, örümceklerini temizliyor, tekrar yerine kaldırıyorum. Bilinçaltımda kalan herşey bu sayede bilinç üstüme çıkıyor. Yani bilincim alt-üst oluyor.. Sonuç; hafif yollu depresyon. Bazen kendime kızıyorum, ne halt etmeye arı kovanına tekrar tekrar çomak sokuyorsun diye... Koymuşsun bir köşeye, unutmuşsun, unutmaya devam et işte, rahat mı battı.. Evet, rahat battı... Hep dert üstü murad üstü, nereye kadar... Olanları unutursam, geriye benden ne kalacak.. Evet, çok zor zamanlarım oldu, kalbim bazen parça parça dağıldı, asfaltın üzerinden süpürge faraş marifeti ile toplayıp yapıştırmam gerekti. Dikkatli bakınca tamir izleri hala görünebiliyor hatta... Ama onlar olmasa, o zamanlar yaşanmasa ben bugün ki ben olamazdım ki... En azından beni buraya taşıdıkları için, hiç değilse senede bir kere tozlarının alınmasını hak ediyorlar...

Bugün ‘nereye kadar geri sayabileceğim acaba’ diye düşündüm... 10 Mart’tan geri saymaya başladığım gün, Defne liseyi bitirdi, üniversite öğrencisi oldu demektir. Sayım 6 Mart’a geldiğinde Deniz’de liseyi bitirdi ve hatta Defne de üniversiteyi bitirdi demektir ki, hayatımın zor bir dönemi geçti sayılabilir.

Şayet 2 Mart’tan geri sayacağım günleri görmüşsem, Deniz  üniversite mezunudur artık ve kızlarımın ikisi de meslek sahibi olmuşlardır. Bir anne için ne güzel bir zaman...
De ki, Didi 30 yaşında evlendi, bu sayımın 26 Şubat’tan başladığı seneye denk gelecek demektir. İki sene sonra anne olsa, 24 Şubat’tan saymaya başladığım sene ilk kez anneanne olma senesidir. Varsayalım Deniz’de ablasının yolundan gitti. Evlendiği sene sayımın 22 Şubat’tan başladığı seneye denk gelir, anne olduğu sene de, 20 Şubat sayımına...

İlk torun ilkokula başladığında sayım 17 Şubat’tan başlar. Demekki yaş, 68... İkinci torun okula başlarken sayımın başlangıcı 13 Şubat, yaş 72...

İlk torunun ilkokul mezuniyeti 9 Şubat sayımı ile başlayan seneye isabet eder. Bendeniz anneanne o sırada 76 yaşında oluyorum. İkinci torunun ilkokul mezuniyeti ise, 5 Şubat ve yaş 80... Vay be.. kendimi Betül Mardin gibi, elimde baston, sırtımda tayyör etek, kulağımda inci küpelerim ile törende hayal edebiliyorum. Çok havalıyım, çok...

Havalıyım ve galiba artık yolun sonundayım...

5 Şubat tarihinden başlayarak geri saydığım yıl ben artık seksen yaşında bir anneanneyim. Muhtemelen yanımda yatılı kalan bir kadınla yalnız başıma deniz manzaralı bir evde yaşıyorum. Hafta sonlarında çocuklarımın ve torunlarımın gelip, bahçesinde koşup oynadıkları, havuzunda yüzdükleri küçük bir çiftliğim var. Mercedes tutkum bitmemiş. Gençler artık beğenmese de, ben arabamı hala seviyorum. Tek farkla, benim yerime şöförüm kullanıyor.

Sabahları sahilde yürüyorum. Artık tuzsuz ve yağsız yiyorum. Uykularım iyice azaldığı için, okumaya çok vakit var. Şöförüm listesini verdiğim kitapları alıp geliyor. Bazen de kitapçıya kendim gidiyorum. Kitap raflarını seyretmeyi hala seviyorum.

Her ay benim evimde toplanıp pide partisi yapıyoruz. Miller içtiğimiz için, ertesi gün hepimiz doktordan azar işitiyoruz, pidenin tuzu da tansiyonumuzu yükseltiyor ama, olsun. Birlikte olduğumuz vakitler yeniden onyedi yaşındayız hepimiz. Taşkışla’nın koridorlarında koştuğumuz kadar canlıyız... Birbirimize bakınca kırışıklarımızı değil, onyedi yaşımızın gülen gözlerini görüyoruz. Bazılarımız tuvalete bastonla gidiyor ama, o kadar kusur kadı kızında da olur...

Birlikteyken eskileri anıyoruz; ‘hatırlarmısın birgün Üsküdar’da bir hamama gitmiştik, ben yanıma yedek don almayı unutmuştum da, hamamdan çıkıp doncu aramıştık’... şeklinde sohbetlere girişiyoruz.

Esra her partiye yeni bir aksiyon planı ile geliyor. 80 yaşında olmamız onu pek bağlamamış tabii... Gaye Samsunlu hala güzel ve ince.. Ve hala onunla çıkmak isteyen bir erkek kalabalığı ile çevrili... Selcan gittiği yerlerden şarap getiriyor... İpek ve Beyhan her fırsatta atışmaya devam ediyorlar. Artık Belvü Cafe’ye kadar bile zor-şer yürüsek de, üçümüz her sene dağa gidiyoruz. Kara şovalyemiz çoktan sizlere ömür... Ama O’nun dağdan slalom kayıp indiği günler, dün gibi aklımızda.. belki bininci kez yad ediyoruz. İpek, Beyhan’a her seferinde radyatör tarafındaki yatağı veriyor... Havuza bir örnek mayoları ile iniyorlar. Beyhan, İpek’in bastonunun aynısından da alarak olaya son noktayı koyuyor... Gaye Akçin, her toplantıya kalbura bastı yapıp getiriyor. Ben yine yanlışlıkla Gaye’nin Miller’ını içiyorum. Bana ‘Gülfem o benim’ diye bağırıyor. Ben de ‘söylesene’ diyorum... Selpak, Murat’a onursal müşteri plaketi vermiş. Kendisi halen Zorlu’da, Zerrin’le birlikte çalışıyor ve toplantılara özel bir peynir kesme bıçağı ile geliyor. Zerrin inatla Iphone 4 kullanmaya devam ediyor. Değiştir diyenlere, ben onu yeni aldım, diyor... Feray artık yaştan dolayı şantiyelerin sayısını azaltmış, ayda sadece beş yeni iş alıyor, fazlasını kabul etmiyor. Belim ağrıyor Gülfem’cim dayanamıyorum, diyor... Kerim, Chapp’in torununun çocuğunu büyütüyor. Aslı Chapp Jr.’ı gezdirmek için hafta sonlarında İstanbul’a geliyor. Bergül bastonunu ‘Cemil İpek’çiden idol olmaz’ diyerek kafama vuruyor... Mert, Ipad’inden dergi okuyor. Yeni tanıştığımız birileri olursa, Mert’e soruyoruz, cemaziyüevvelinden başlayarak anlatıyor. Gökhan her toplantıdan sonra ortalığı topluyor. Masayı böyle bırakır kalkarlar, çağırdığına çağıracağına pişman ederler adamı, diye kızıyor... Gözlüklerini takması gerekse de her toplantıda kavunları hala o kesiyor.

Seksen’inci doğum günüme seksen gün kala, hayat bizi işte böyle buluyor... Bir kış günü, elimizde taze demlenmiş çay dolu bardaklarımızla, denizi seyrederek masanın başında oturuyoruz. Pideler yenmiş, Miller’lar içilmiş, Selcan’ın getirdiği şarabın dibi görünmüş... Yine derin mevzulara dalmışız. Yaşlı bedenlerimizde, gencecik kalplerimiz saklı... İçinde gerçekleşmiş ve gerçekleşmemiş düşlerimizle, hiç unutulmamış veya kavuşulmuş hasretlerimizle, yaşanmış veya yarım kalıp ölümsüzleşmiş aşklarımızla...

Tarih 05 02 2050... Arkadaşlar, your future has been adjusted...

İtirazı olan?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı