Ana içeriğe atla

Benim bir süre sorunum var...

Bu sabah da, bundan önceki yüzlerce sabah gibi, kargalar kahvaltısını etmeden evden çıktım. Arabama bindim, Bağdat Caddesi’ni takip ederek büromun yolunu tuttum...
Ama o ne? Bu sabah bir değişiklik var. Cadde pırıl pırıl... insanlar daha bir aydınlık... ağaçların tepeleri ışıldıyor. Güneş daha sabahın köründen her yeri ısıtmaya başlamış bile... Bahar gelmiş, bahar... hem de ne güzel gelmiş. Havaya yaşamanın güzelliğinin kokusu sinmiş sanki.. Ve birde aşkın kokusu...
Aşk denince kadın kısmında akan sular durur. Hele de benim gibi yalnız bir kadınsa... Bu yüzden havadaki aşk kokusuna daha fazla kayıtsız kalamadım ve çektim arabayı saray muhallebicisinin önüne... ‘Oğlum şu kıymalı kol böreğinden getir, bi de demli çay’...
Bir yandan yiyorum, bir yandan caddeyi seyrediyorum. Çayın tadı o kadar güzel ki... hele börek... kıyır kıyır.. içindeki harcı da tam karar olmuş. O sırada önümden minik bir kuş pike yaparak geçiyor. Gidip ağacın yüksek dallarından birine konuyor. Yapraklar güneşle aydınlanmış. Rüzgarla salınıyorlar... Küçük bir yavru kedi hooop, menekşe tarhının içinden önüme atlıyıvermesin mi?  Burnuna toprak kaçtı herhalde, birde hapşuruyor...
Düşünüyorum: cennet burası değilse, acaba neresi...
Bunu düşündün, ne güzel...  Allah’ın verdiği nimete şükret, böreğini ziftlen, iç çayını, işine git  di mi? Olmaz... rahatsızlık damarlarımızda kanla karışık vaziyette dolaşıyor. O yüzden düşünmeye devam ediyorum...
Acaba cennet böyle bir yer değilse, acep ola nasıl bir yerdir...
İçinden ırmakların aktığını biliyoruz. Zira o konuda bir konsensüs var... Peki devamı? Herhalde koskoca cennet, sular akar, deliler bakar kıvamında bir yer değildi di mi... Yunus  ‘Cennet cennet dedikleri, birkaç köşkle birkaç huri’ diyor... Ustaya itimat ederek listeye köşklerle, hurileri de yazıyoruz. Gerçi büyük usta devamında ‘isteyene ver sen onu, bana seni gerek seni...’ demiş. Tabii ondan daha da büyük olan ustanın buna cevaben ne dediğini bilmiyoruz.. ‘sen gel hele gel, ben biliyorum vereceğimi’...  olabilir de, olmayabilir de... bizimkisi öylesine bir tahmin alt tarafı...
Şimdi özetlersek, ırmak, köşk ve huri’de mutabıkız... Peki gerisi?  Elimizdeki sınırlı bilgiye göre bile, olay yine erkeklere yaramış gibi...  kadınların durumu ne olacak?.. Cennete gidince toptan lezbiyen mi olucaz. Sanki bu dünyada çok anladık kadınlığımızı da, cennete gidip lezbiyen olması kaldı... ben şahsen böyle birşeye kesinlikle karşıyım. Eğer mecbur tutarlarsa, çıkar konuşurum:  Tanrım, sanırım bu konuda bir yanlış anlaşma var. Yüce yaratma kabiliyetinize güvenerek, sizden bizler içinde  münasip bir alternatif yaratmanızı istirham ediyorum’...  Zıbeynk... Devamında o dakika çarpılıp, sittin sene cehennemden çıkamamak var,  ama olsun... alışmış kudurmuştan beterdir... burada da başıma ne geldiyse dilimden geldi, değişen birşey yok yani...
Konuyu dağıtmayalım, cennete geri dönelim... Irmaklar akıyor, huriler ortalıkta salınıyor, fonda Sait Halim Paşa yalısına taş çıkarttıracak cinsten köşkler... ilahi bir müzik sesi her yeri dolduruyor, tercihen  ney sesi... hepimiz beyaz tülden uçuşan kıyafetler içinde, ırmağın kenarlarında oturmuşuz, derin uhrevi sohbetlere dalmışız. İçimiz Tanrı aşkı ile dolu... aç kaldım derdi yok, açıkta kaldım derdi yok... hırs yok, nefret yok, yoksunluk yok, ölüm yok...  ebedi huzur, ebedi hayat...
O sırada muhtemelen bizcileyin bir hergele kalkıp şöyle demiş olabilir mi? ‘Yemişim cennetini... Şu huri ile bin senedir bakışıyoruz... bakışmaktan öte bir halt ettiğimiz yok... Adem elma’yı mı yiyicen, ayvayı mı yiyicen ne yapacaksan yap, ben daraldım...
Muhakkak itiraz edenler olmuştur: ‘ Sakın ha Adem, delimisin? ne yapıyosun...  Rahat bi tarafımıza mı battı... Şurda güzel güzel oturuyoruz. Ekmek elden su gölden... Dünyaya gidip de ne halt edicez’...
Abicim ne halt edicez var mı? Önce şu hurilerin birinden cirlop manita yapıcaz, sonra Boğaz diye bir yer varmış, oraya gidicez. Sebahattin’in yerimiymiş neymiş... Rakı, balık, roka... Orada Lüfer akını diye birşey oluyor... Hem ne bu böyle sabah akşam, gıy gıy gıy... Koyucaz Müzeyyen’in CD’sini... yani biz gidene kadar icad ederler diye düşünüyorum... Benzemez kimse sana.. vurucaz rakının dibine, ondan sonra da manitayla artık allah ne verdiyse...
‘Rakı-balık-roka’ ekibi böyle diyince, oturun oturduğunuz yerdecilerden bazıları muhakkak düşmüş bayılmıştır. Allah’ım sen bizi koru, Ya rabbi.. Tü tü tü, ne günlere kaldık, üstüme iyilik sağlık...
Ama anlaşılan Havva, rakı-balık-roka ekibindendir. Adem’in yanına sokulup, ‘bak o elmayı yersen ve dünyaya gidersek var ya....’ şeklinde nazlı bir göz süzme ile olaya nihai darbeyi indirmiş olması olasığı epey fazladır.
Devamında Adem, Havva’nın bu fentezi yüklü çağrılarına daha fazla dayanamaz , elmayı yer... Ve insanoğlu cennetten kovulur... Oh be dünya varmış...
Cennet’ten kovulanlar iki gruba ayrılır. Havva annelerine çeken birinci grup şartlara hemen adapte olur.  Üzümden rakıya giden yolu keşfetmeye koyulur. Roka ekmek, balık tutmak ve pişirmek konularında uzmanlaşır. Babalarına çeken diğer grup ‘allah boyunuzu posunuzu devirsin, sizin yüzünüzden düştüğümüz şu hallere bak’ der... Adem’in pişmanlığını her daim hissederler. O yüzden de burayı bir türlü sahiplenmezler. Dünyevi zevklere meyl etmezler... Nasıl olsa gidicez, hiç işim olmaz havasındadırlar... Bu gruba mensup olanlar cennet nostaljisi içinde takılırlar...
Annelerine çeken grup en küçük şeylerden zevk almaya, dünyayı hep başka bir gözle görmeye, yemeğe, içmeğe, habire aşka sevdaya düşmeğe meraklıdır. Olayı, Allah’a kavunu ve beyaz peyniri yarattığı için şükredecek kadar  ileri götürmekten çekinmezler... Ama bu ‘aman sende koy g......e rahvan yürüsün, felsefesininde zırt dediği bir yer vardır: süre...
Ebru Gündeş’in aksak ritmi ve cıngıl cıngıl arabesk nağmeleri arasında kaybolduğu için dikkatimizi çekmeyen şarkısında dediği gibi: benim bir süre sorunum var, gençliğim gidiyor acelem var..’ Neticeten onlar buraya ara karne tatilinde gelmişlerdir. Tatil bitince hep beraber eve dönmek mukadderdir. Ayrıca her güzel şeyin çabuk bitmesi gibi bir evrensel bir kuralda asla peşlerini bırakmamaktadır...
Bunun tek tesellisi yine yaratıcıdan gelen bir haberde gizlidir: ‘Ben sizleri yaradılış günü bana verdiğiniz söze şahit olasınız diye bölük bölük yarattım ve bu dünyaya bölük bölük indirdim’... yuppi... demekki kafile beraber geliyor, beraber gidiyor. O zaman cennetin de biz gittikten bir süre sonra asla eskisi gibi olmayacağını ummak çok da absürd olmayabilir...
Yalnız bir ara yaradılış günü verdiğimiz sözü hatırlamamız lazım. Hele de bizim gibi süre sorunu kendini hissettirmeye başlayanlar için bu önemlidir. Ben derim ki, hatırlarsak bir köşeye yazalım, sonrasında şu üç günlük dünyadan zevk almaya devam edelim...
Belki Tanrı geri dönünce bu asi tavrımızdan ötürü bizi cehennemde cayır cayır yakar... Belki de bize şöyle der: ‘Varya ben Tanrı olmayacaktım, insan olacaktım... orada neler yapardım neler... akılsızlar... bir hayatınız vardı, O’nu da adam gibi yaşayamadan geri geldiniz’...
O zaman büyük sözü dinleyelim. Şu hayatı dolu dolu yaşayalım. Bizi saran, sıkan, daraltan, bunaltan ne varsa atalım gitsin... bırakalım bahar güneşi yüzümüzü,  aşk içimizi ısıtsın. Varsın kilolarımız yerinde kalsın... yeterki kıymalı börek ve çay soframızdan eksilmesin...
Bırakalım ölüm, bizi özgürleştirsin... Bırakalım bu dünya denilen cennette, her günümüz güzel geçsin... Hadi, bahar geldi.. salalım ipin ucunu, gitsin...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı