Ana içeriğe atla

Çok eşlilik yasal olsun ...

Bu konu dün gündemi epey bir meşgul etti. Facebook’ta insanlar derhal ikiye ayrıldı. Külliyen reddedenler ve olabilir, diyenler...  Gerçi  ikinci grupta pek fazla insan yoktu. Hatta benden başka hiç kimse yoktu... Ama şimdilik bu detayı bir kenara bırakmaya karar verdim.
Esasen; bir fikre hemen karşı çıkmaya,  karşıyım...  Tasarım yaparken en büyük hataları daima  ilk bakışta son derece doğru gelen fikirleri uygulamaya çalışırken yaptım. En kabul edilemez görünen düşüncelerin arkasından da pek ala uygulanabilir şeyler çıktı çoğu zaman... o yüzden herşeyi çevirip birde tersinden düşünmek bende adet oldu. Şimdi de böyle yapacağım. Olayı çevirip birde tersinden düşüneceğim...
Çok eşlilik denilen kavram neden var? Çünkü insan doğası gereği birbirine eş olması gereken iki farklı tür olarak yaratılmış. Bu öncelikle üremek için gerekli... Aksi bir durum olsaydı olaylar şöyle gelişebilirdi:
-Merhaba ben Adem... ilk insan.
-Merhaba ben de Hasan... ikinci ve son insan...
Adem’le Hasan'ın arasında neler geçerdi bilinmez ama bunun bir üreme fonksiyonu ile neticelenmeyeceği hepimiz için çok açık...
Peki ne oldu, nasıl oldu da, en temel bir doğal gereklilik başımıza bu kadar büyük dert oldu...
İnsan dünyaya ilk geldiğinde fiziksel şartlar, bugüne göre biraz daha acımasızdı. Doğalgaz keşfedilmemişti. Kombi, seran ocak, buzdolabı yoktu. İnsanlar ısı yalıtımsız mağaralarda yaşıyorlardı. Git köşedeki bakkaldan iki ekmek al gel, denilmiyordu. Su her daim dereden taşınıyor,  tulumbadan dahi çekilemiyordu. Çünkü henüz tulumba yoktu. Suyun içine konacağı kabın bile olmadığı zamanlar var ama o kadar da geri gitmeyelim artık...
İşte bu ilk zamanlarda erkeğin fiziksel olarak güçlü olması, insanoğlunun çok işine yaradı. Gerçi ben, ikisi de güçlü olsaydı daha iyi olmazmıydı, diye çok düşündüm ama net bir cevap bulamadım. O yüzden bu hususu şimdilik konu dışı bırakıyorum. Erkek açık ara fiziksel üstünlüğü ile, su taşıdı, ağaç kesti, mağaraya saldırmaya çalışan aslanı kovaladı, bazen başardı, bazen başaramadı... Ama sonunda ne oldu,  ‘ben buraların efesiyim’ fikri bu aksiyonlarla kafasına iyice kazındı...
Erkek bunları yaparken, kadın da kendine göre işlere daldı. Çocuk doğurdu, ekmek pişirdi, evcil hayvan yetiştirdi, tarlaya tohum ekti, koyunlardan yün eğirdi, kazak dokudu...
Ama bu aksiyonların toplum hayatındaki değeri, erkeğin sergilediği aksiyona göre neredeyse bir hiçti... Mağaraya bir kurt saldırdığında, dokunan kazakların renklerinin ve modellerinin hiçbir önemi kalmıyordu. Böylece kadın erkeğe muhtaç, erkek kadına hükümran oldu.
Derken, içlerinden bir akıllı çıktı ve çocuk olayının tamamen kadının  önce içinde, sonra kucağında, daha sonra ise eteğinde geliştiğini fark etti. Kendisinin olayla ilk onbeş dakika bittiğinde ilgisi kalmıyordu.  Tahminimce bu zat-ı muhterem uzak bir yere ava gitti. Döndüğünde mağarada bir bebek buldu. Bir süre sonra tekrar gitti. Döndüğünde bir bebek daha buldu. Böylece, o işi her gece yapmasa da çocuk sahibi olabileceğini, hatta kendisi olmasa da bu çocukların bakılıp büyütülebileceğini anladı.
İlk öğrendiğinde, erkeğe fena halde keyif veren bu durum, ileriki zamanlarda tabii ki başına dert oldu. Kaynaklar sınırlıydı. Mağaranın geçimini temin eden kendisiydi. Ya o ava gitmişken, kadın yan mağarada yaşayan erkeğe merhaba derse ne olurdu? Sonuçta onbeş dakika herşey için yeterliydi. Sınırlı kaynakları bir ömür boyu,  kendisine ait olmayan onbeş dakika için mi harcasındı...  Böylece kadın üzerinde tarihteki ilk tahakküm kuruldu: Benden habersiz mağaradan çıkma, kısa post giyme, öbür mağaranın önünden geçerken kırıtma, falan filan...
İnsanlar sayıca arttıkça, doğaya karşı verilen mücadele daha kolay kazanılır hale geldi. Artık onlarda kabileler halinde yaşıyorlardı. İş bölümü vardı. Boş zaman çoğaldı, şartlar iyileşti, refah arttı. Ve devamında rahat battı. Kabileler arası savaşlar başladı.
Savaşa gidenlerin bir kısmı geri döndü, bir kısmı dönemedi... Dönenlerin mağaralarında şenlik, ganimet, dönemeyenlerinkinde ise yoksulluk ve sessizlik hakim oldu...
Şimdi siz bu sessiz mağaralardan birinin kadını olsanız, misal beş çocuğunuzla kalakalsanız, çocuklarınızda küçükse eğer ne yaparsınız? Sizi bilmem ama ben direk gider kabilenin reisine yamanırdım. Ne yapayım yani, çocuklarım açlıktan ölsün mü? Muhakkak benim gibi düşünen başkaları da olmuştur. Düşünmese bile, kabilenin reisi düşündürtmüştür.
-Java savaştan gelemedi. Başın sağolsun..
-Sağol Reis Bey... Dostlar sağolsun...
-Güzel kadınsın Ora, bu mağarada tek başına solup gitme... bak çocukların Kundu ile Sagu da çok küçük. Onlara bir baba lazım...
Reisin karısı bu gelişmeleri öğrenince muhtemelen ikisi de anasının orakasını görmüştür ama olsun. Ne de olsa güç reistedir, ikinci kadın demek, artık monotonlaşan mağara hayatına yeni bir renk gelmesi demektir. Bu yüzden birincinin,  kaynakları kendi doğurduğu çocuklar lehine kullanmak için yaptığı bütün itirazları havaya gider. Ora, Kundu ve Sagu mağaraya yerleşirler. Annelerinin güzelliği ve çekiciliği oranında yeni babanın getirdiği avdan pay almaya başlarlar.
Gördüğünüz gibi düzenin böyle kurulmasının nedenleri, tamamen iktisadi ve toplumsal gerekçelerden kaynaklanır.  Yalnız kalan kadının ve çocuklarının hayatlarına devam edebilmesi için gereken maddi ve fiziksel kaynaklar bu şekilde sağlanmıştır. Ayrıca miras hukukunun kurulması içinde kadının tek eşli olması gerekir. Aksi takdirde doğacak bebeklerin cinsini, cibilliyetini bilmek mümkün olmayacaktır. Erkeklerin bir ömür boyu süren çabalarını kendi çocuklarına ve mümkünse de erkek çocuklarına aktarma arzularına bu şekilde çözüm bulunur...
Şimdi gelelim günümüze...
O günlerden bugünlere bazı şeyler değişmiştir. Öncelikle doğalgaz bulunmuş, evlere kombi takılmış, fırın, ocak, buzdolabı ve hatta renkli televizyon icad edilmiştir. Ekmek köşedeki bakkaldan alınabilmektedir. Su, bırakın tulumbadan çekmeyi,  evdeki musluktan hem de dört değişik hızda akabilmektedir. Yükler sırtta değil, arabalarda taşınmaktadır. Arabanın gazına basmak gitmesine, frenine basmak durmasına yetmektedir. Artık evlere kurt, domuz saldırısı beklenmemektedir. Evlere saldıran başka tür domuzlar vardır ama onlara karşı da alarm, çelik kapı, 24 saat güvenlik gibi önlemler geliştirilmiştir. İş hayatı açık araziden, klimalı ofis binalarına taşınmıştır.
İnsan hayatıda teknolojiye paralel değişir. Artık fiziksel güçleri ile yapacak bir işleri kalmadığından erkeklerin çoğu göbek salmıştır. İçlerinde antremansızlıktan salça kavanozunu açamayanlara bile rastlanır. Bazıları genellikle yataktan en son kalkıp, evden en son çıkan kişi olmaları ile ünlüdür. Rahatlıkla paralel kendilerinde bir gevşeme, bir  lakaytlık, bir adam sendecilik görülür.
Kadının hayatı da değişir. Ama onun hayatında bu dünyada doğan ilk bebekten beri değişmeyen bir şeyler vardır: çocukları... halen çocukları dokuz ay karnında taşıyan, devamında doğuran, emziren, gece uykusuz kalan kadındır.  Evin temizliği, ütü, yemek, bulaşık kendisinden sorulmaya devam etmektedir. Eskiden çalı süpürgesi ile süpürünce tertemiz olan mağaranın yerini, temizle temizle bitmez evler almıştır. Üstüne üstlük, çalışma ortamlarının ofis binaları olması ve bilgisayar kullanmak için ekstra fiziksel güç gerekmemesi, onu çalışma ortamının içine de çekmektedir. Mağara devrinden beri, çocukları sayesinde birgün olsun rahat yüzü görmemesi, fevkalade antreman kazanmasına sebep olmuştur. Birçoğu erkeklere kıyasla fiziksel ve zihinsel performanslarının doruğundadır.
Tüm bunların doğal sonucu olarak, pek çok kadın erkeklerden daha çok para kazanmaktadır. Yani mağarayı, pardon evi geçindiren artık kadındır...
Murphy’nin altın kuralını hatırlayın: Altını olan kuralı koyar, kuralı koyan altını alır...  Gün olmuştur, devran dönmüştür. Altın şimdi kadındadır. Dolayısı ile kuralı koyacak olan da kadındır. Sadece bunu fark etmesi  bir zaman meselesidir.
Kadınların pek çoğu değişen bu düzene ‘aaa, çocuklara bakan ben, evi geçindiren ben, ev işlerini yapan ben’ diyerek tepki göstermekte ve erkekleri mağaradan, pardon  evden atmaktadır. Ya da gidip çocukları ile kendi mağarasına yerleşmektedir... Bu farkındalığın birinci aşamasının geçildiği anlamına gelir.
İkinci aşama çok eşlilik aşamasıdır. Maddi gücü birden fazla erkeğe bakmaya yeten her kadın, eşleri arasında adaletsizlik ve ayrımcılık yapmamak, birinci eşinin rızasını da almak ve her daim hepsinin gönüllerini hoş tutmak kaydı ile ikinci, üçüncü ve dördüncü eşlerini alabilir. Bu, her durumda karılarını öne sürerek hayatın her zorluğuna karşı sütre gerisinde kalmayı tercih eden,  televizyon koltuğuna ve kumandasına yapışık yaşayan erkekler içinde ciddi bir kolaylık olacaktır.
Gördüğünüz gibi, bir konu hakkında enine boyuna düşünmeden karar vermek, insafsızlıktır. Konu enine boyuna irdelendiğinde, çok eşliliğin neden olması gerektiği, tarihsel ve toplumsal kökleri çok rahat anlaşılabilmektedir.
Son bir konu kaldı: Doğacak çocukların nezhebinin belirlenmesi..  ekonomik şartlar anne tarafından sağlandığı için çocukların hangi babanın ürünü olduğunun bilinmesi artık bir gereklilik değildir. Bunu sırf kişisel merak saiki ile öğrenmek isteyen babalar içinde, tıp kurumlarının DNA tespit servisleri her daim emre amadedir...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı