Ana içeriğe atla

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…


Boşanmak sihirli bir şey… Bir insanı ne kadar severek evlenirsen evlen, kaç yıl bir arada yaşarsan yaşa, ne paylaşırsan paylaş, boşanınca her şey bitiyor. İyisi ile kötüsü ile, boşanan insanlar birbirinin hayatından çıkıyor, iki yabancı oluyor.

Yıllar önce teyzem kocasından ayrılmıştı. Evlendiklerinde dört yaşındaydım. Boşandıklarında otuziki… Bir telefon konuşmalarına şahit olmuştum. Teyzem ‘siz’ diyerek konuşmuştu. Ve adının sonuna ‘bey’ ekleyerek hitap etmişti. O zaman anlamamıştım neden böyle olduğunu. Şimdi anlıyorum…

Boşanmak çiftler için harika ama, çocuklar için berbat bir durum. Mutsuz ve parçalanmış aile çocukları oldukları için falan değil… Kaldı ki, öyle bir şey yok zaten… huzursuz ortamdan boşanma yolu ile kurtulan çocuklar, çok daha olgun, çok daha anlayışlı, empati kabiliyeti yüksek ve kendi ile barışık oluyorlar. Şurada kaç tane boşanmış kadınız. Klan şeklinde yaşıyoruz. Daha bir tane çocuğumuz psikopat olmadı. İşin çocuklar açısından berbat olan tek tarafı, kendilerini yetişkinler kadar rahat yeniden konumlandıramamaları… Tıpkı bu akşam Defne’nin yapamadığı gibi…

Haziran’ın 11’inde Defne’nin okulunda bir festival var. İki gün önce bir arkadaşı ile telefonda bu festivali konuştular. Arkadaşının ailesi pek gitmek istemiyor. Defne ‘sen merak etme, ben babama söylerim, bizi götürür’ dedi…

Çocuklar daha az zaman geçirdikleri ebeveyn’e karşı değişik duygular geliştiriyorlar. O’nun kendilerini sevdiğini bilmek,  O ebeveyn için hala önemli olduklarını hissetmek istiyorlar. Bu yüzden de bazen gereksiz riskler alıyorlar… Aynen Defne’nin yaptığı gibi… Arkadaşına telefon edip, merak etme babam bizi götürür, diyor. Neden? Çünkü babasının bütün işini gücünü bırakıp, sırf kendisi istedi diye festivale gideceğine inanmak istiyor da ondan…

Bu akşam, benim zavallı yavrumun evdeki hesabı maalesef çarşıya uymadı. İki gündür babasına üstü kapalı yalvarıyordu. Ama yarın festivale kayıt olmak için son günü olduğundan açık açık konuşmaya karar verdi.

Ofisten çıktık, Cadde’de yürümeye başladık. Defne babası ile konuşuyor, ben de hem dinliyorum, hem yanı sıra yürüyorum:

-Baba, bizi springfest’e götürecek misin? Tekne yarışın mı var? Ama baba her hafta sonu tekne yarışın var. Sadece Pazar günleri birkaç saat görüşebildiğimizin farkında mısın? Baba ben seninle gitmek istiyorum. Hem annemin güneşe alerjisi var biliyorsun… Ya baba…

Telefon kapanıyor. Dönüp göz ucu ile bakıyorum. Gözlerinden yaşlar süzülüyor. ‘Defne ben götüreyim seni’ diyorum. Yüzüme tül gibi bir şey takarım, şapka falan…  Hayır anne, diyor… Yüzün çok lekelenir, istemiyorum. Peki o zaman diyorum, Mimar Sinan yapıları gezimize gidelim. Bak arkadaşlarında gelecek…  Olmazsa başka program yapalım… Ne diyorsam olmuyor, takmış kafayı…. İllaki babası ile springfest’e gidecek. Arkadaşına söylediği şeyin boşa çıkmasını istemiyor. ‘Defne, hani babanla gelecektiniz, ne oldu’ lafını duymak istemiyor. Babasını okula götürmek, orada onunla paint-ball oynamak, dosta düşmana, bakın benim babam var ve hala benimle demek istiyor…

Biraz daha yürüyoruz…

-Anne, sence ne yapmalıyım?
-Bence bir daha dene…
-Ama anne, ben derdimi anlatmakta çok kötüyüm, hemen üzülüp geri çekiliyorum.
-Bak Defne, diyorum… Hayatımız boyunca bizi üzen pek çok konuşma yaparız. Önemli olan sakin kalarak karşı tarafa ne istediğimizi anlatabilmektir. Hem O insan senin baban.

Defne babasının numarasını tekrar tuşluyor:

‘Baba, merhaba… Az önce öyle ağlayarak kapattığım için özür dilerim. Ama böyle konuşmalarda ağlamaya başlıyorum, elimde değil’... Ve o sırada tekrar ağlamaya başlıyor…
‘Ağlamıyorum baba, özür dilerim. Peki susmaya çalışırım… Baba lütfen bizi götürmeni rica etsem… ben seni şöförüm olarak kullanmıyorum. Ben seninle gitmek istedim… Baba hep teknedesin. Seni çağırdığımda  asla gelmiyorsun. Peki neden  mahkemede ‘bana çocuklarımı göstermiyorlar, dedin.  Ben senden bir şey istiyorum neden beni bırakıp tekneye gidiyorsun…  bunları annemden öğrenmedim. Ben aptal değilim, kendi aklım var…  baba lütfen, ne olur baba….’ Telefon kapanıyor…

Benim küçük yavrum, minik meleğim Bağdat caddesinin ortasında, hıçkırmaya başlıyor. Gelen geçen herkes bize bakıyor. Elinden tutup bir banka oturtuyorum…  Sarılıyoruz.  Defne ağlıyor, ağlıyor…

O sırada telefonu çalıyor. Ah, babam arıyor… sen miydin annane… iyiyiz, yok bişey, annemle eve yürüyoruz.

Defne anneannne ile konuşurken bir kez de ben şansımı deniyorum. Eski kocama bir mesaj gönderiyorum: Seninle bir şeyler yapmak istediği için ısrar ediyor. Ben biletleri alırım. Sen sadece götür lütfen, buna ihtiyacı var. Anlamaya çalış…

Defne anneanne ile konuşması bitince bana dönüyor. Mesaj mı yazdın anne…  evet, yarın ki toplantı iptal olmuş, ona cevap verdim…

-Nasılsın yavrum, iyi misin? Yürüyelim mi? Elinden tutup kaldırıyorum. Elleri benim elim kadar olsa da, halen çocuk eli… Benim çocuğumun eli…

‘Anne neden anlamıyor beni, neden?’ O’nu şöförüm olarak kullanmakla şuçluyor. Oysa ben onunla bir şey yapmak istedim. Böyle olmadığına inandırmak için ne yapayım anne? Arabayı ben mi kullanayım?’

Bu soruların hiçbirine verilecek cevabım yok. Ben çıktım, ayrıldım, gittim. Konumum değişti, evliliğin üzüntüleri geride kaldı.  Peki ya çocuklarım…. Onlar için anne halen anne, baba halen baba... Konumları değişmedi ki, sadece fiziksel şartları değişti. Ama yüreklerine birkez korku girdi. Anne azıcık kaşını çatsa, baba çağırınca gelmese, acaba sevilmiyor muyum, sorusu hemen gelip zihinlerinin en ön sırasına oturmaya başladı...

Okula giderken arabayı Defne'nin kullanması üzerine  bir geyik çevirmeye başlıyoruz. Yavrumun neşeye ihtiyacı var. Ben ki şu bloglar üzerinden kaç kişiyi güldürdüm. Eğer böyle bir akşamda kendi çocuğum için işe yaramayacaksa, olmaz olsun bu fırlamalık…

Şaşkınbakkal’a geldiğimizde Defne artık kahkahalar atarak gülmeye başlıyor. Karşı kaldırımda güzel bir restoran var. Gel Defnuşa, diyorum, bir şeyler yiyelim, kendimizi daha iyi hissedelim… Haklısın anne, diyor…  Şimdi değilse ne zaman...

Dışarıda bir masaya oturuyoruz. Yemeklerimizi beklerken, güzelim çocuk neşesi ile anlatıyor da, anlatıyor. O benim anlattıklarına gülen yüzümü görüyor, bense O’nun yüzünde kuruyan göz yaşlarının izlerini görüyorum… Yüzüm gülerken, kalbim bu izlere ağlıyor. Elleri, o güzelim tombilik parmakları, kalem karası olmuş yazmaktan... Yaşlarını silerken yüzüne o karaları bulaştırmış. Arkadan toplu saçlarının dağınık telleri yüzünü çevreliyor. O kadar güzel, o kadar masum ki, bakmaya doyamıyorum…

Dalmışım…

-Anne…
-Efendim yavrum?
-Çok güzel bir şarkı bu? Adı ne?

Dinliyorum: Nefis bir keman, solo çalıyor: Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…  

1995-2011…  Bunca yıldan sonra vardığımız nokta Defne’nin yüzünde ki gözyaşları izleri…

Hakikaten yıllar kaybolmuş… Öyle böyle değil, gerçekten kaybolmuş… Bir mucize olsa da geri verseler…
Hadi ondan vazgeçtim, o yılları alanlar, bari Defne’nin gözündeki yaşı silseler…


Yorumlar

  1. Okurken yuregim sızladı, bir kadın olarak bir kez daha farkına vardım anne ile baba olmak arasındaki farkın

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı