Ana içeriğe atla

Bu da mı şike?


Dün Fenerbahçe’nin kadınlar ve çocuklar için Bursaspor’la oynadığı maça gittik... Bundan önceki maçda Fatih Terim’in kafasına tribünden birşey atılmış, kaşı yarılmış.. O yüzden Fenerbahçe seyircisiz maç oynama cezası almış... Şimdi kadınlar ve çocuklar futbol konusunda fasulyeden sayılıyor ya, seyircisiz maç oynama cezası alınca, stada erkekleri almıyorlar, sadece kadınlar ve çocuklar maçı izleyebiliyor...

Dün gördüğüm manzaradan sonra şunu söyleyebilirim;  yakında cezalı maçlara Fenerbahçeli kadınları ve çocukları da almazlar... Çünkü geçen akşam Şükrü Saraçoğlu'nda anlatılmaz yaşanır bir atmosfer vardı. İçeri de resmi rakamlara göre 42.960 kadın... Dışarıda gayri resmi rakamlara göre en az 20.000 erkek... Kadınlar içeriden, erkekler dışarıdan... Öyle bir çoşku, öyle bir takım ruhu, öyle bir kenetlenmiş kitle ki, belki maça erkeklerin gelmesi  serbest olsa,  bu kadarı olmazdı...

Bu maçın böyle bir atmosferde geçeceği başından bellliydi aslında... Cuma sabahı saat 10:00’da dağıtılmaya başlanan biletler, akşamüzeri 4’te bitti. Dolayısı ile ben toplantıdan çıkana kadar koyun dağıldı, kuzu dağıldı... biz biletsiz kaldık. Ama ben ne yaptım. Vazgeçip oturdum mu? Tabii ki hayır... medyanın gücünü kullandım. Facebook’taki statüsüme ‘yarın ki Fener maçı için bana bilet bulan, dilesin benden ne dilerse’ yazdım... İnsanın statüslerinin reyting’inin yüksek olması güzel birşey... Biletler bulundu... Sağolsun İpek  aradı, üç tane bilet var, gel al, dedi... Koşa koşa gittik, biletleri aldık, stadın yoluna revan olduk...

İçeri girdiğimizde İstiklal Marşı okunuyordu... Manzaranın görkemini size anlatamam... Ben zaten ne zaman bayrak geçse, İstiklal marşı okunsa ağlayan bir insanım. Çocukların okullarındaki bayrak törenlerinde bile gözlerimden yaşlar akıyor. Stadda kırkbinden fazla insanın marş söylediğini görünce, dayanamadım, yine ağladım... İnsanın bir marşı, bir bayrağı, benim dediği bir vatanı olması iyi bir şey aslında...

İstiklal Marşı’ndan sonra maç başladı... Şimdi takımları hemen anladık. Sarı-lacivert bizimkiler, yeşil-beyaz da Bursaspor... Gel lakin, hangi kale bizim ki, onu bir türlü çıkaramıyoruz... Kaleciler, normal üniforma giymemiş... Biri siyah beyaz, diğeri antrasit gri takımlar giymişler... gel de çık işin içinden... Biz Migros tiribününde oturuyorduk. Kale arkası yani... Maç önümüzde oynanıyor. Diğer kaleye giden gelen yok... Sonra, yanımızdaki hanımlardan biri söyledi. Önümüzdeki kale Bursa’nın kalesiymiş... Vay be... Demek ki bizim takım, Bursa’yı kendi yarı sahasına hapsetmiş... Helal olsun vallahi...

Ben en cahil kendimi sanıyordum... ama baktım yanımdakilerinde benden kalır yanı yok... Bir kadın çocuğuna şöyle tembihliyordu; şimd topu bizimkiler alırsa ‘yaşa’... rakip takım alırsa ‘yuh’... oldu mu annecim...

Sahada bir zenci var... Ben O’nu Alex sandım ilk başta... Arka sıramızda bir hanım ‘Alex o değil’ dedi. Alex dediği adam eni konu beyaz... Zenci değil miydi Alex? Yoksa ışıklardan mı öyle görünüyor? Peki zenci kim? Pascal Nouma olmasın... Yok canım o futbolu bırakmadı mı? Peki şu bonus kafanın adı ne? Bir de habire taça giden topun peşinden koşan yampirik bacaklı var...  Bir ara düşündüm, Murat’a mesaj atıp sorsam mı? Bizdeki zenci kim diye... Aaa.. o ne? Meğer bizde üç zenci varmış... İlk gördüğümüz Yobo’ymuş... Büyük gayretler sonucunda nihayet öğrendik... Öğrendikten sonra da baktık hayatımızda birşey değişmedi, saldık yakasını... Neyse ne... Adını bilmemek konuşmaya engel mi? Bak, Bobo topa girdi.. Bobo değil bacım O, Yobo... Aman ikisi de aynı, ne fark eder... Sen asıl Bobo’yu geç, Bonus kafaya bak... Çık, çık, ileri çık... Tüh allah’da senin cezanı versin...

Tribünlerin ortasında amigolar var. Malum, tezahüratları söyletecekler... Elleri ile seyirciye bazı rakamlar gösteriyorlar. Ama seyircide bu şuur olmadığından hangi rakam, hengi tezahürata denk geliyor bilemiyoruz... Defne bana kızıyor; anne ben sana demedim mi tezahüratları internetten bulalım, çalışalım, gidelim, diye... Çocuk haklı... Doğruya doğru, çalışalım anne, dedi... Ama ben itiraz ettim. Ne var kızım,  alt tarafı tezahürat... İstiklal Marşı’nın on kıtası mı bu, çalışıp gidicez... Derken amigolar işi kolayından almaya karar veriyorlar...

Fener, gol, gol, gol....
Bursa şaşırma, sabrımızı taşırma...

İki tane tezahürat bilsek de, keyfimiz ve çoşkumuz yerinde... bir tane oturan kadın yok... herkes ayakta... Bazıları abartıp, oturma yerlerinin üstüne çıkıyor. Çocuklar zaten oturakların üstünde, tamam bir itirazımız yok... ama büyükler oturaklara çıkınca, kimse birşey görmüyor... Bizim önümüzde de böyle münasebetsizler vardı... Baktım onların yüzünden yaşlı bir teyze ve hamile bir kadın göremiyor. Gittim, sora sora bu işe bakan amiri buldum, kadını o sıradan indirttim... Sonra düşündüm, ben amir peşinde koşarken, ya gol olsaydı... Sosyal bilinç var da, maç bilinci yok...

Derken gol geldi... Alex galiba 35. Dakikaydı, gölü attı... Aman allah’ım ne çığlık, ne kıyamet... Biz kızlarla birbirimize sarıldık.

Golden sonra tribünler sırayla Sarı, Lacivert, Şampiyon, Fener  diye bağırmaya başladı.... Biz Sarı diye bağıran tribündeydik... Atkılar belli bir şekilde sallanmaya başladı, falan... Hakikaten tüyler ürperten bir şey... Ay şekerim, ne anlarlar şu maça gitmekten...  Yirmi iki tane adam, bir topun peşinde... diyenleri alıp stadyuma getirmek lazım.. Bizim gittiğimiz sıradan bir lig maçıydı. Bir de bunun şampiyonluk maçı olduğunu farz edin... Veya karşılıklı 2’şer,  3’er gol atıldığını... Vallahi düşünemiyorum bile... Herhalde yer yerinden oynar...

İkinci yarıda kaleler değişti. Volkan bizim önümüzdeki kaleye geldi... Bursaspor gol bulmak hevesi ile, bastırmaya başladı... Dolayısı ile, maç yine önümüzde oynanır oldu. Volkan inanılmaz bir kaç kurtarış yaptı... Sonra bir ara, kafa topuna çıkarken, rakip takımdan galiba dirsek yedi... Çocukcağız yere düştü, acısından iki büklüm oldu... Hakem, sıhhıyeleri sahaya çağırdı... Gerçi Volkan yere düşer düşmez, çantalı adamlar saha kenarında koşmaya başlamışlardı.. Hakem işaret edince, hemen sahaya girdiler...

Oyun durdu... Bizde bir merak... Volkan olmazsa, halimiz nice olacak... Sonunda Volkan ayağa kalktı... Binlerce kadından bir alkış tufanı yükseldi... Arkasından ‘Volkan, sen bizim herşeyimizsin’ çığlıkları... Kaç adama nasip olmuşdur acaba 42.960 kadının kendisi için böyle bağırdığını duymak... Şanslı adammış vesselam...

İkinci yarıda oyuna hakimiyetimiz gelişti... Neden Alex orta sahada? Hiç işte iş olsun... Libero oynayan adamı orta sahaya koyarsan, gol falan atamazsın... Ah bacım ah, Aziz Yıldırım teknik direktörken, bunların hiçbiri olmazdı... Aziz Yıldırım teknik direktör değil ki bacım... Ya ne? Antrenör o antrenör... Arkamızda oturan ve Alex’in kim olduğunu bilen abla müdahale ediyor... Aziz Yıldırım klüp başkanı... susun bakiyim, mundar ettiniz, güzelim maçı...

Yalnız birşey tüm cehaletimize rağmen dikkatimizi çekiyor. Toplumdaki Fenerbahçe tepkisi hakemlere de yansımış. Bursaspor’lu futbolcular, özellikle Alex’e tekme tokat giriyorlar, hakem oralı bile olmuyor. Kaç defa ceza sahası içinde düşürdüler, serbest vuruştan öte birşey vermedi... dosta düşmana karşı bir tane sarı kart gösterdi, hepsi o... Adamların aslında bizimkileri ellerine bir odun alıp dövmedikleri kaldı... Ama bizimkiler de anlamışlar tepki göstermenin faydasız olduğunu... Yere yuvarlanıyorlar, takla atarak düşüyorlar, sonra kalkıp 'ne karar verdi' diye hakeme bile bakmadan koşmaya başlıyorlar. Benim en çok buna içim acıdı...

İkinci yarı golsüz kapandı, maç bitti... Bitiş düdüğü ile birlikte, binlerce konfeti stada saçıldı... Hep bir ağızdan bağırmaya başladık ‘bu da mı şike, bu da mı şike,’... hakikaten dostlar, takım çatır çatır oynuyor... Bu da mı şike...

Kendimizi zor bela sokağa attık... Ortalık mahşer yeri gibi... Babalar, kardeşler, sevgililer, kadınlarını karşılamaya gelmişler... sokaklar staddan beter inliyor. Ooooo Aziz Yıldırım... Defne soruyor ‘anne kazandığımızı öğrenmiş midir’.. herhalde maçı da izlemiştir. Sonuçta kürek mahkumu değil ya bu adam...

İlk başlarda stadda bağırmaya utanan Defne ve Deniz, bütün yolu ‘işte taraftar, işte şampiyon’,  ‘sarı, lacivert, en büyük, fener’ diye bağırarak yürüyorlar...  Yoldan geçen bayraklarla süslü arabalar, bize el sallıyorlar... Kızlar yollara oturmuşlar... Sarı lacivert akar kanımız’ı söylüyorlar... bizde ‘helal olsun kızlar size’ diye bağırıyoruz....

Dün maça gitmeseydim, Fener’in üstüne neden bu kadar geldiklerini anlayamazdım... Ama dün maçtaki tabloyu görünce, anladım... Biliyordum aslında ama emin oldum.. Fenerbahçe Türkiye’nin tartışmasız en büyük takımıdır. Biz o kupayı aldık, şu kupayı aldık, Halep’te kırk arşın yer atladık, diye debelenmenin de alemi yoktur... Diğer takımlar, bir grubun, elitist geçinen bir zümrenin  takımı olabilirler. Ama Fenerbahçe bu milletin takımıdır. Milli mücadele yıllarından beri bu böyledir, bundan sonra da böyle kalacaktır...

Kızlar maçtan çok zevk aldı... Seneye kombine bilet almayı düşünüyoruz. Biletlerimizi alıp, stadda avazımız çıktığı kadar  bağırıcaz:

Bu da mı şike... Bu da mı şike....

Bize bu gururu ve bu mutluluğu yaşattığın için yaşa FENERBAHÇE.....

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı