Ana içeriğe atla

NOİ...

Blog yazılarımı takip eden arkadaşlarıma, buradan bir müjde vermek istiyorum. Yazın hayatımın yönünü sonunda buldum. Bundan böyle kişisel gelişim yazıları yazıcam.
Zaman zaman, bu deli saçmalarını okuyup, ‘Güllü, roman yaz’, ‘Güllü, hikaye yaz’ şeklinde eşsiz desteklerinizi sunuyorsunuz. Bunun için hepinize minnettarım. Ama yazarak ve okuyarak geçirdiğim uzun ve uykusuz gecelerden sonra anlamış bulunuyorum ki; bendeniz de böyle bir kabiliyet yok. Ne kadar kasarsam kasayım, misal bir ‘Anna Karanina’ yazamam. Veya Groit Baba... Veya Üç Silahşörler... Gerçi sonuncusundan çok emin değilim. Neden derseniz, romanda aslında dört silahşör var. Atos, Portos, Aramis ve Dartanyan... Küçükken, bu durumu benden kaynaklanan bir yanlış anlama sanırdım. Şimdi ben çocuğum ya... Çocuk aklımın ‘birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’ deyip kılıçları çattıkları zaman, kareye dört adamın girdiği hikayenin anlatıldığı kitabın adının ‘üç silahşörler’ olmasını anlamayacak kadar az gelişmiş olduğunu düşünürdüm. Hikayeye hep  ‘ben neyi kaçırdım’ hissi ile yaklaştım. Yıllar sonra, kitabı bu kez kırkiki yaşımın aklı ile alıp tekrar okuduğumda anladım ki; olayda gerçekten dört silahşör var. Hata bende değil, Alexander Duma’daymış... Yanlış saymış. Altıyüz sayfa boyunca da, geri dönüp bir kez bile saydıklarını kontrol etmemiş. Ne müthiş bir özgüven... Hayran olmamak elde değil... Anladığım kadarı ile bende de böyle bir potansiyel var. Bu tarz bir abukluk yapabilecek kapasitede buluyorum kendimi. O yüzden son kitabı künyeden düşün. Kasarsam, mesela, ‘sex and the ci’...  diye bir kitap yazabilirim. Kitap dört kişilik bir kadın grubunun, aslında üç kişi olduklarını iddia eden bir yazarla çatışmalarını anlatan hikayelerini içerebilir. Evet, evet... Kendime inanıyorum. Yapabilirim bunu...
Şimdi ne yazıp yazamayacağımı anladığımıza göre, yazarsam ne olacak kısmına geçebiliriz.
Bir kitabın edebi başarısının yanında ekonomik başarısı da çok önemli. Benim yazacağım kitabın en az 7000 satacağını biliyorum. Nerden derseniz, blog’un okunma sayısından... Geçenlerde, blog kitap olarak basılsaydı, ne kadar para kazandırırdı, diye merak etmiştim. Pratik zekası ile bana fark atan bir dostum ‘kitap başına bir lira alsaydın, yedibin lira kazanmış olurdun. On lira alsaydın yetmişbin lira kazanmış olurdun’ ne var bunda hesaplayamayacak, dedi... O zaman bu işteki potansiyeli anladım. Hırs ve ihtiras gözümü bir kez daha bürüdü. Ben de böylece parayı çuvalla götürebileceğim bir alana, ‘kişisel gelişime’ yöneldim.
Geçenlerde bir kitap okudum. Adı EFT... Bana gerçekten büyük ilhamlar verdi. Dörtyüz sayfayı hatmettikten sonra ortaya şu sonuç çıktı: İstediğiniz şeyleri elde etmenin yolu, elde ettiğinizi istemenizden geçer... Gerçeği anlayan EFT müridi ‘kavradım’ diye bağırarak ayağa fırlıyordu. Valla bravo... biz bunu nasıl düşünemedik. Elde ettiğini istersen, istediğini elde etmiş olursun...  Meğer olay ne kadar kolaymış. Dört yüz sayfada,  herhalde bu inanılmaz parlak sonuca alıştıra alıştıra varmamız için yazılmış dolgu kısmı olsa gerek... Biliyorsunuz biz Türk’lerin bu gibi durumlar için güzel bir benzetmesi vardır. Böyle süpriz sonuçlarla karşılaşınca  ‘Yok, ananın örekesi’ deriz... Bende son bölüme geldiğim zaman içimden aynen böyle dedim... Ulan eşşek sıpaları... Dörtyüz sayfayı bunun için mi okudum ben. Hemde kitaba 30 lira verdim. Sonunun böyle biteceğini bilsem, gider o parayla Şans usülü bonfile yerdim. Böylece hem istediğimi alırdım, hem de aldığımı istemiş olurdum.
Derken, ilk şoku atlattım ve zihnimde bir ışık yandı. Bende kendi yüreğimin edilgenliğinden yola çıkarak, beni sarmalayan duygusal süreçlerin dinamiklerini ortaya çıkaran ve bunu hayat yolculuğumuzun bizi küçülten, inciten, hiçe sayan çatışmalarına karşı,  yeniden doğuş manifestosu olarak haykıran bir kitap yazsam, dedim. Bu yolda benimle birlikte yürüyen, aslında aciz,  korkmuş ve incinmiş tüm ruh kardeşlerimin insansı çaresizliklerine bir başkaldırı olsa bu kitap, dedim...
Aslında böyle demem daha uygun olurdu. Bunun önünde bir engel yoktu, ama demedim. Ben neticede ‘anne, benim için bu güne kadar harcadığınız emeklere çok teşekkür ederim. Babamın ve senin ellerinden öperim’ diyerek annesini bayıltmış bir insanım. Kadıncağız beni doğurduğu günden beri  ‘ne var be’ den daha duygusal bir yaklaşım görmediği için, yukarıda yazdıklarımı duyunca devasız bir derde yakalandım, ölüyorum zannetmiş. Benim katılığım, duygusallıktan ve romantiklikten uzaklığım ve sadece akıla değer veren odunluğum rahatlıkla başka bir blog konusu olabilir. O yüzden burada lafı gereksiz uzatmayım. Bir başka akşamda o konuyu da yazarım.  Ayrıca iyi blog konuları dalda yetişmiyor. Ben de ne yazik ki, bir blogda iki güzel fikri işleyemeyi göze alacak ve 'amannn denizde kum, bende fikir' diyecek kadar hayal gücü geniş birisi değilim.
Neyse, efendim... yukarıda dediklerimi demedim. Onun yerine ‘bende böyle abuk sabuk şeyler yazıp ortaya çıksam, kesin beni de okuyan birileri bulunur, kitap satar, bende paraya para demem’ dedim.
İkinci aşamada kendi kişisel gelişim yoluma bir isim bulmam gerekiyordu. Düşündüm, düşündüm ve bu büyülü yolun ismi NOİ olsun dedim. Yani ‘Ne Olsun İstiyorsun’...  Bu isim gözüme iki yönden uygun göründü. Birincisi, hepimiz hayatımızda birşeyler olsun istediğimiz için, en temel soruna işaret ediyordu, ikinci olarak da;
NP-Neyin Peşindesin,
NİNA- Ne İstedin Ne Aldın,  
SBHO- Senden Bir Halt Olmaz,
ADK- Asma’dan Kabak,  
ÜÇÇ-Üç Çift Çarık gibi devam serilerine imkan sağlıyordu.
Evet arkadaşlar... Yol belli... Cevaplanması gereken soru ortada: Ne Olsun İstiyorsunuz... Hayatınızda bundan sonra ne olsun... Ben kendi adıma şunları söyleyebilirim: Bir tane Dragos sırtlarında malikanem olsun. Bahçe içinde, şöyle eni konu deniz görür...  Kendi zevkim için kullanırken bineceğim bir Range Rover arabam olsun. Yanında şöförlü bir Mercedes S 320’im olsun. Ada’da yazlık bir köşküm olsun.  Marina’da Jeanneau bir teknem olsun. Apron’da uçağım olsun... Evimde aşçı, uşak, hizmetçilerim olsun. Paramın peşinden koşan bir sürü sahte dostum olsun. Yüzümün çizgilerine, sarkmış popoma, selülitli bacaklarıma baka baka utanmadan ‘dünyanın en güzel kadını sensin’ diye yalan söyleyen benden 10 yaş küçük bir sevgilim olsun. Anneleri bu kadar işle güçle başa çıkmaya çalışırken kendilerini unuttuğu için pusulayı şaşırmış çocuklarım olsun...  Yani ‘allah bin türlü belanı versin, sen içinden istediklerini seç’ durumu olsun ki, her şey tam olsun...
Kendi adıma şunu açıkca söylemek isterim ki, hayat uzun bir süre, istediklerimin hiç de matah şeyler olmadığını anlayamadığımdan, bana ne istersem verdi.  Gerçi yukarıda yazdığım kadar abartmadı. Misal Range Rover yerine VIP Transporter, S 320 yerine E 200, Dragos’ta malikane yerine Acarkent’te villa şeklinde ufak modifiyeler yaptı. Ama sonuçta ne dilediysem, o oldu. Sonra bunların asıl olmadıklarını anlatmak için hepsini geri aldı. VIP minübüs gitti, öldün mü? Hayır... Acarkent’te villa gitti, öldün mü? Hayır... Aşçı, uşak, hizmetçiler gitti, öldün mü? Hayır... Ne kaldı yanında? Çocuklarım... Başka? Anılarım... Başka? Mimarlığım... Mutlu musun? Evet.. Yeniden başlayabilir misin? Evet...  E 200’ü geri ister misin? Evet...
Şimdi buradan durup bakıyorum da, belki hayat bizi, istediklerimizi vererek değil, vermeyerek koruyordur, kimbilir. Belki barda telefon numarasını elimizdeki telefonun ekranına yazıp, çapkınca gülerek uzaklaşan taş çocuk değildir, mutluluk...  Belki o çocuğun arkasında duran ve göbeği  ve dökülmüş saçları ile kamufle olmuş adamdır... Belki bir ucundan bir ucuna bağırsan duyulmaz bir ev yerine, çocuğun üstünü açınca yorganın hışırtısını duyup, kalkıp üstünü örteceğin kadar küçük bir evdir mutluluk... Belki bir sıra domates, bir sıra salatalık dikmek, akşam bunlardan sofraya koymak, tuza banıp yemektir....
Kendi kendimden bunaldım valla... Doktor Yang çizgimden kaydım gene... Bazen yaşlılıktan kafayı mı yiyorum nedir? Duygusallık diz boyu.. bir de utanmasam, ağlasam, tam olacak...
Geçenlerde Gaye ile birlikte bir yerlere yetişmeye çalışıyorduk. Yakın çevremiz biliyor, kendisi bizim iş geliştirme direktörlüğümüzü yürütüyor. Ve iş programımızın yoğunluğu sebebi ile kimseyle çıkmama veya aşık olmama izin vermeyerek hayatı bana zindan ediyor.  O gün, gideceğimiz yol uzun olduğundan aramızda manasız bir ‘yaradılışın anlamı’ sohbeti başladı... Ben şu soruyu sordum: Mera’da otlayan koyun, restorandaki tabakta servis edilen ‘biberli bonfile’yi görse acaba ne hissederdi... Varoluş amacının, en lezzetli otları yese, avian suyundan  içse bile, varabileceği en üst noktada, kaliteli bir restoranın güzel süslenmiş tabağı olacağını anlasa, acaba dünya gözüne nasıl görünürdü... Ya bizde birilerinin tabağında ki bonfile isek... Bütün çabalarımız, kavrayışımızın ötesinde bir amaca hizmet etmekten başkaca bir yere varmayacaksa... ne kadar uğraşırsak uğraşalım, ya bir tabakta bonfile olmaktan daha yüksek bir nihai varış noktamız yoksa... Gaye, anlattıklarımı dinledi. Sonra ‘izin veriyorum, git istediğinle çık... hatta istersen aşık da olabilirsin’ dedi...
Dün gece bende bir parti vardı. Arkadaşlarımdan biri, Mevlana ile ilgili bir bilgi aktardı. Mevlana, Şems’le karşılaşmadan önce tam onaltı yıl, Tanrı’ya ‘bana ruh eşimi gönder’ diye dua etmiş. Sonra Şems gelmiş. Demekki ruh eşiniz karşı cinsiyette olacak diye bir kaide yok. Muhtemelen bu evren için önemsiz bir detaydır. Ama ben az gelişmiş kafa yapımla, ancak bunu seçenleri yargılamayacak noktaya ulaşabildim. Gerisini sanıyorum beceremem. bu yüzden,  Allah’ım ne olur beni böyle birşeyle imtihan etme, diye yalvardım. Bu anlamda yapabileceklerim sınırlı. Vereceksen, şunun nizami olanından ver...
Tabii burada karşımıza ‘peki aşık olalım da, ruhu ruhumuza değecek insan nerede’ sorusu tekrar çıkıyor. Ne olsun istiyorsun...  Ruhu, ruhuma değecek bir insan istiyorum.  Hooop...  Konu başa döndü, daire tamamlandı. Konu başa döndüğüne göre, söylenecekler bitti. Sohbet kapandı...
Tüm arayışların nihai amacının, bizi saran ve kuşatan ölüm yetişmeden, kayıtsız şartsız anlaşılmak ve sevilmek olduğunu, ve severek aslında ne kadar iyi olduğumuzu göstermek istediğimizi ve belki de dışarıda bulamadığımızı kendi elimizle yaratmak için çocuk sahibi olduğumuzu bir kez daha anlayarak, yazımızı bitiriyoruz. Neden iyi olduğumuzu kanıtlamak istediğimiz ve neden sevginin ve aşkın ruhumuza bu kadar iyi geldiği konuları üzerindeki esrar perdesi halen aralanmış değil, ama olsun...
Yeri gelmişken, kitabın arka kapağına da şunları yazalım derim:
Hayatta istediğiniz herşeye sahip olmanın yolu... (Niv York Kıronikıl)
Hayatınızı değiştirecek 10 dakika... (Edi Fişer- Kişisel Gelişim Gurusu)
Şimdiye kadar okuduğum en etkili kişisel gelişim yazısı... (Coni Lav-San Fıransisko Tayms Baş Yazarı)
Benim eleştirim bu kitabı daha çok sattırır, diyorsanız yorumlarınızı yazın. Beklerim efendim....

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı