Ben tren yolunun kenarında
oturuyorum. Penceremin önünden her gün katar katar yük trenleri, banliyöler,
yolcu trenleri geçiyor. Gerçi yolcu trenleri için artık ‘geçiyor’ diyemeyiz.
Çünkü seferleri iptal edildi. Biliyorsunuz Haydarpaşa Garı yaz başında
kapanacak. Bir rivayete göre otel, bir rivayete göre alışveriş merkezi
olacak...
Şehrin ‘land mark’ tabir edilen
referans noktalarının işlevlerini değiştirmesi bazen iyi sonuçlar verebiliyor.
Misal, yıllarca harabe halinde kalan Çırağan Sarayı’nın otele dönüşmesi, örnek
kabul edilebilir. Yıkıntılar arasından, Türkiye’ye gelen A plus yabancı
müşterinin, parasını severek harcayacağı bir otel çıkarılmıştır. Haydarpaşa
Gar’ı restore edilerek, yeniden işlevlendirildiğinde de çok güzel bir otel veya
alışveriş merkezi olması kuvvetle ihtimaldir. Çünkü binanın kendisi güzeldir. Konumu ve denizle ilişkisi muhteşemdir. Ama
yeri güzel diye, ait olduğu kente sadece temelleri ile değil, aynı zamanda
ızdırabı ve sevinci ile de bağlı olan bir bina feda edilir mi? Benim
mesleki perspektifimden bakınca bu pek de kabul edilebilir bir şey değildir. Meslek olarak mimarlığı
seçtiğimizden ve mimar milletinin pek azı hariç, büyük çoğunluğunun eline para
değer gibi olupta aslında hiç değmediğinden, işletmeciler gibi, bu bina
dönüşürse, elde edilebilecek maddi kazancın fehmine varamıyor olabiliriz. Biz
bakınca, burada bir bina görürüz. Pencerelerini, kapılarını, bezemelerini,
silmelerini görürüz. Denizin altında olsa dahi, üstünde yükseldiği ve yüz küsur
senedir suyun içinde duran binlerce ahşap kazığı görürüz. Gördüklerimizden
ürpeririz ve içimizden ‘yapmayın, diye geçiririz... ellemeyin...Haydarpaşa’yı
gar olarak bırakın... bu şehrin hafızasını, birkez de bu yandan silmeyin...
Benim çocukluğum Ankara’da geçti.
İstanbul’a ondört yaşında geldim. Yıllar sonra Ankara’ya gittiğimde, caddelerin
adını değişmiş buldum. Çarşı durağı Bişkek Caddesi olmuştu mesela... İkinci
Cadde’ye de garip bir isim vermişlerdi ama aklımda kalmamış. Ankara’lılar
inatla eski isimlerini söyleselerde, cadde tabelaları değişmişti. Çocuklarımı, mezun olduğum okula götüreyim dedim.. Yanına
vardığımızda ne görelim? O güzelim iki katlı binanın yerinde artık çakma bir
kervansaray duruyordu. Okulun adı Alpaslan İlkokulu olduğundan sivri akıllının
biri, Selçuklu konsepti yapmış, ortaya iğrenç taklit çinilerle bezeli,
betonarme bir kervansaray çıkmıştı. İçimden ‘allah da sizin cezanızı versin’
diye geçirdim. Gelişme adına, değişme adına, diplomatik şirinlik adına, bilmem
daha ne adına, hafızamda kalan Ankara’yı işte böyle kaybettim... Bir daha
Ankara’ya gittiğim vakit, yolu uzatmak pahasına okulumun önünden geçmedim.
Ben aslında sermaye hareketlerine
prensipte direnmeyen bir insanım. Neden derseniz, sonuçsuz kalan isyan duygusu,
peşinden umutsuzluğu getiriyor da ondan... İnsan ırkı, böyle mesleki, sanatsal,
duygusal çıkışlara prim vermiyor. Çünkü
davranışları temelde iktisadi... Ortada kazanılacak bir para varsa, olaylar
çaresiz paranın yönünde gelişiyor. İsyan eden her daim isyan ettiği ile
kalıyor.
Belki de bu yüzden, geçtiğimiz
hafta Gar lokantasına içmeye gittik. Biz (affınıza sığınarak) kıçımızı yırtsak,
bu binanın kaderi değişmeyeceğinden, bari vakit varken kendi bildiğimiz gibi
tadını çıkaralım, vedalaşalım istedik.
Grup ağırlıklı olarak mimarlardan
kurulu... Bir fotoğrafçımız, eş durumundan bir eczacımız, bir sistem analistimiz ve bir işletmecimiz de var. Ama faşizan mesleki duruşumuz yüzünden, hepsi olayın inceliklerine
vakıf...
Gittik, oturduk, rakılar geldi...
Gar lokantası bildiğiniz meyhane... ama esaslı bir meyhane... Bülent Ersoy’un
gençlik plaklarını çalıyorlar. Duvara yansıtılan projeksiyonda da eski bir Türk
filmi oynuyor, siyah beyaz... Gençler bilmez ama, Bülent Ersoy, divaya
dönüşmeden önce, Türk müziğini gayet güzel okurdu. Hatta o vakitler kendisini
Müzeyyen Senar ile kıyaslayanlar bile olmuştu. Şahsen ben o kadar eski plakları görünce pek
bir sevindim. Güzel meze ve büyük rakı ile harika kombinasyon oldular...
Şimdi vedaya gelmişz ya, herkesin
elinde bir fotoğraf makinası... bir de yeni nesil cep telefonları işin içine
girince, masada adam başına 1,35 kamera düşmeye başladı ki, halimiz japon
tursitlerden beter oldu. Allah’tan devamında rakı aşkı, sanat aşkına galip
geldi, makinalar unutuldu da kurtulduk...
Gecenin bir yarısı, telefonum
çaldı. Konuşmak için dışarı çıktım. Gecenin serin ayazı yüzüme vurdu. Haydarpaşanın
deniz tarafına dolandım. Karşı kaldırıma geçtim, hem binaya bakıyorum, hem
konuşuyorum. Aklıma, şimdi oturduğum ev geldi. Alındığı zaman günlerce iki
gözüm iki çeşme ağladığım ev... Bilenler biliyor, ben evliyken şehrin gözde
villa sitelerinden birinde oturan bir şuursuzdum... Boşanmak icap edince, o
evin bir benzerinde oturmak için kendimi yırtmaya başladım. Ama param olmadığından, ancak kiralarsam bir villada oturabiliyordum. Derken olayların
sahnesine babam çıktı; sana bir ev almamız lazım. Kira evinde oturulmaz, ev
sahibi üç gün sonra ‘çık’ der... Bu çocukların dünyası kaç defa yıkılıp, kaç
defa yeniden kurulacak, dedi... Bir öğle üzeri ofiste oturmuş çalışırken,
kardeşim bu evin anahtarlarını getirdi. Hayırlı olsun bacı... güle güle otur...
Ağlamaktan gözlerimin şiştiğini hatırlıyorum...
O günlerde en büyük üzüntüm evin
yanından geçen tren yoluydu. Gündüzleri yolcu trenleri ve banliyöler, geceleri
yük katarları ne uyku, ne durak bırakıyordu... Ormanın içinden geldiğimiz için
bende, çocuklarda, sessizliğe hat safhada alışkındık. Ne var canım, o tren sesi
insana arkadaş olur, diyen babamı aslında ne kadar kınadık....
Ama parasızlık başa bela
olduğundan, dedenin kararına çaresiz rıza gösterdik. O’nun bizim için aldığı evde
oturmaya başladık....
Aradan aylar geçti. Bir bayram
tatilinde, arkadaşlarımızla birlikte Berlin’e gitmeye karar verdik. Bizim
kızlardan biri, sudan ucuz bir tur bulmuştu.
Öyleki, evimizde otursak dört günlük tatilde daha fazla para harcamamız
gerekiyordu. Turun tüm ucuzluğuna rağmen,
otel beş yıldızlı bir oteldi, uçak THY idi falan filan... Benim, bu
kadar iyilik bir arada nasıl oluyor dememe kalmadan, tur şirketi oteli
değiştirdi. Yeni otel metro istasyonunun yanındaydı. O kadar yanındaydı ki,
kapıları bitişikti... Hatta tura katılan bazı müşteriler otel yerine istasyona girdiler... Olanlar, ayrı bir
hikaye konusu... ama ben bu otel değişikliğini duyunca, tura ön ayak olan
arkadaşıma itiraz ettim. Ben, dedim gelemem... Sesten rahatsız olurum... metro
istasyonun yanındaki bir otelde kalamam... yüzüme hayretler içinde baktığını
hatırlıyorum. Sen delirdin gailba, dedi... nesinden rahatsız olacaksın. Zaten
tren yolunun kenarında oturuyorsun... Trenlerin artık hayatımın bir parçası olduğunu
o an anladım...
Sonra bir gece, ateşler içinde
yanan çocuğumun başında ‘ sabah olsun, küçüğü okula göndereyim, bu yavrumu da
hastaneyi götüreyim’ diye bir elimde derece, bir elimde sirkeli suya
batırılmış mendille oturuken, aslında trenin sesini beklediğimi farkettim...
5:20’de geçen ilk banliyö, bir saat sonra doktora gidiyoruz, demekti o gece...
Bazı sabahlar ilk tren, çocuklardan erken kalkıp krep yapmak oldu. Son tren
geçerken hala ayakta olmak uykunun kaçtığını gösteriyordu... Gün ortasında tren
sesi dinliyorsak, muhtemelen hava güzeldi,
camları açmıştık. Veya akşamüstü evin içinde tren sesi varsa, yine
camlar açıktı ama bu sefer ev leb-ba-leb misafir dolu olduğundan...
Ben bunları düşünürken, telefon
konuşmam bitti. Tekrar içeri girdim. Muhtemelen benimle konuşmaya çalışan
arkadaşım ‘bu delinin aklı yine nerelerde kimbilir’ diye düşünmüştür ama
olsun.... yapacak birşey yok... beyin hiç durmadan çalışıyor. Sadece
düşündükleri, içinde yaşadığı ana uymuyor ama o kadar kusur kadı kızında da
olur artık...
Meyhaneye döndüğümde, fasılın
ikinci bölümü başlamıştı...
Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime... Titrerim mücrim gibi,
baktıkça istikbalime...
Bazı şarkılarda yerine ne kadar
da cuk oturuyor be kardeşim...
Haydarpaşa’da istikbaline baktıkça bunları mı hissediyordur acaba...
Geceyarısını az geçe fasıl bitti,
meyhane kapandı. Hep birlikte garın iç tarafına açılan kapıdan çıktık.
Önümüzdeki manzara park halinde vagonlar ve arkalarında uzanan tren yolu...
Gar’larda tuhaf bir hüzün var... Ayrılıkların
acısı sinmiş sanki duvarlara... Aklıma eskilerden bir şarkı geliyor:
Uzayıp giden o tren yolları...
Rahmetli anneannem, bir dizine
annemi, bir dizine dayımı yatırıp, balkonda dedemi beklerken söylermiş... Cep
telefonu yok ki açıp ‘nerdesin be adam, bu saat oldu, çoluk çocuk seni bekler’
diyesin... Şarkının ikinci dizeside şöyle;
Bulurlar kızları, nazlı dulları, ahh.. uzayıp giden o tren yolları,
açılıp sarmayan yârin kolları...
Dedem de çapkınmış anlaşılan...
Gar’ın ortasında durup sohbete
koyuluyoruz. Vakit geceyarısını geçiyor. Rüzgar buz gibi. Ama gitmeye içimiz
elvermiyor. Çünkü işin içinde gidip de dönmemek var, dönüp de bulmamak var...
Gel lakin hepimiz orta
yaşlıyız... Adamakıllı sarhoşuz. Paltoların yakasından içeri sızan geceyarısı
ayazı üşütüyor. Ben kendi adıma, zaten
bir haftadır böbrek sancısı çekiyorum. Sabaha kadar orada dikilecek halimiz yok
ya... Yavaş yavaş basamakları inmeye başlıyoruz. Gar binası arkamızda
kalıyor... Üniversitenin üçüncü sınıfındayken, bir bahar akşamı, güzel havanın
gazına gelip, Üsküdar’dan Kadıköy’e nasıl yürüdüğümüzü, İngiliz mezarlığından
aşıp, rayların üzerine nasıl indiğimizi, korkudan üç buçuk atarak, çığlık
kıyamet raylardan geçişimizi anarak geceyi bitiriyoruz. Bir de son konular
arasında, benim sekiz sene önce, hızlı tren ilk defa hızlandırıldığında
geçirdiğim kaza var... Herkes, hayret ediyor. Nasıl olmuş da hiç
durmayan çeneme rağmen bunu anlatmayı atlamışım... Acıdan bahsetmeyi sevmiyorum
anlaşılan...
Eve geldiğimde, kendimi tarifsiz
bir hüzün içinde buluyorum. Başlangıçta
nefret ettiğim tren sesi, meğer ne kadar da sızmış hayatıma... bu trenler
olmazsa, umutsuz bir gecenin ortasında, hayatın devam ettiğini, her şeyin gelip geçici olduğunu bana kim hatırlatacak.
En uzun katarlar gibi, en büyük dertlerin de gün gelip biteceğini nereden anlıycam...
Peki ya trenler... Haydarpaşa Gar’ı
olmazsa dağlardan, tepelerden aşarak geldikleri yolları nereye bağlanacak....
Raylar gidip denize dayanmadıkça, lokomotif nasıl bilecek çektiği çilenin gayesine ulaştığını... Haydarpaşa olmayınca, Söğütlüçeşme’de duran katar, yarım
kalmış bir söz gibi olmayacak mı? Son sayfası kopmuş bir roman... son mezuru
kaybolmuş bir şarkı... Çölde kuruyan bir nehir...
Raylar denize kavuşmadığında, bir yolculuğun bitiminde, diğerinin başladığına
beni kim inandıracak... Ölümden sonra hayat var, diyene kanabilir miyim artık...
Raylar denize varmayınca, anlamayacak mıyım aslında, zamanda debelenen bilincimin
sonlu olduğunu... Şimdi’ye mahkum benliğimin
elinden alınan bu tesellinin yerine acaba ne koyucam....
Kendime bir söz verdim. Şayet
Haydarpaşa Garı, otel olursa veya alış veriş merkezi, Kadıköy’den kalkıp Eminönü’ne giden
vapurda ters tarafa oturucam... Bir daha Gar’a bakmıycam...
Müthiş bir yazı... Bu yazının içinde olan biri olarak bende vapurda hep ters tarafta oturacağım. Belki dışarıda oturulan bir vapurda bırakmaz bu vandallar...
YanıtlaSil