Ana içeriğe atla

SBHO

Bugün kişisel gelişim yazılarımın ikincisi ile karşınızdayım. SBHO... Yani; Senden Bir Halt Olmaz... Aslında Ne Olsun İstiyosun’dan sonraki yazının başlığı NP-Neyin Peşindesin olacaktı ama, bu sabah gazetede gördüğüm bir haber üzerine, bu konuyu atlayıp direk ‘Senden Bir Halt Olmaz’ bölümüne geleyim istedim.

Haber Gülben Ergen ile ilgili... Kadıncağız cep telefonundan birilerine mesaj göndermiş. Gazetecilerde artık hangi teknik ve hangi objektifi kullanıyorlarsa bilinmez, bu mesajları görüntülemeyi başarmışlar. Ben kendi cep telefonumun eşşek kadar ekranında yazanları bile doğru dürüst göremediğim için, bu görüntüleme kısmı, bana en az olayın kendisi kadar ilginç geldi ama şimdilik bu bölümü atlayım, müsaitseniz sadede geleyim.
Yalnız ondan önce ufak bir paratez açmak isterim. Bundan sonra okuyacaklarınız, asla ve kat’a Gülben Ergen’in kime mesaj yazdığı, neden yazdığı, halen evli olup olmadığı ile zerrece ilgili  değildir. Bir kere Gülben Ergen, boşanmak üzere mahkemeye başvurmuş bir kadın olarak, kanunen eşinden ayrı yaşamak hakkını kazanmıştır. Bundan sonra yaptıkları sadece O’nu ilgilendirir. Attığı mesajlar, aldatma, ihanet, cart, curt kapsamına girmez. Diğer yandan  boşanma olayı, nedense her daim gelir, kadının özel hayatı üzerine düğümlenir. Bu benim, O’nun, Şu’nun, Bu’nun, Ayşe’nin, Fatma’nın ve tüm diğer kadınların boşanmalarında hep böyle olmuştur, bundan sonra da böyle olacaktır. Koca, her ne hikmetse, birgün ansızın ‘aslında karım beni aldattı’ diye ortaya çıkar. Kimisi bunu açık açık söyler, kimisi imâ eder, kimisi dışarıda söyler, mahkemede susar... Çünkü isbatı gerekir. İsbat edemezsen, iftira etmiş olursun ve cezası vardır, falan, filan... Ama her kadın ne hikmetse bundan nasibini alır. O yüzden benim yazdıklarımı üç-beş yakın arkadaşım okusa da, önemle belirtmek isterim ki, bu yazının, olayın bu yönü ile bir ilgisi yoktur ve hatta kadın olması sebebi ile Gülben Ergen’e de bir sempati beslenmekte, pozitif ayrımcılık yapılmaktadır.
Benim sabah gördüğüm olayda dikkatimi çeken şey, mesajların içeriğidir. Gülben Ergen muhatabına ‘sen benim şah damarım mısın’ diye yazmış... ‘sen bana sahip misin’, ‘benim rengim sensin’ ve ‘bende senin gökkuşağınım’... Vay... vay ki ne vay... Mesajları okuyunca her ne kadar başlıkta ‘bir halt’ diye sadeleştirilmiş olsa da içimden ‘Güllü, senden bir bok olmaz’ diye geçti... Kadının yazdıklarına bak... Bir o kadına bak, bir kendine bak. Sen ömrü hayatında şöyle bir cümle kurabildin mi? Seni seven adama, benim rengim sensin, diyebildin mi? veya sen benim şah damarım mısın, diye sorabildin mi? Peki ya sahiplik... mazallah... evlerden ırak... o kadar güçlüsün ve o kadar ayakları yere basan bir kadınsın ki, kim sana sahip olabilir? Gerekirse sen adama sahip olursun. Arabayı sen kullanırsın, hesabı sen ödersin, çantanı, poşetini taşıtmazsın, kapını açtırmazsın, başın dara düşse söylemezsin.
Haberi okuduktan sonra çok düşündüm. Bu güne dek bir erkeğe söylediğim en duygusal cümle acaba neydi? Bir keresinde kendimi tutamayıp ‘aslında ben seni çok özledim’ demiştim... Benim rengim sensin ile karşılaştırılınca ne kadar yetersiz kaldı di mi? Peki şimdi hal böyleyken, benim gibi bir kadının, karşısındaki adamdan, ayaklarını yerden kesmesini istemek hakkı var mıdır? Bence yoktur. Aslında ben seni çok özledim’den öteye gidemeyen bir kadının, evrenden hem yakışıklı, hem olgun, hem düşünceli, hem zeki, hem şu, hem bu bir adam istemeye de hakkı yoktur.  İltifat, çiçek, özen, ihtimam, espri, neşe, yaşama sevinci beklerken iyi de, karşılığında adama ne verilecek? Yarım ağız bir ‘aslında ben seni çok özledim’le olur mu bu işler... İstediğin kadar entelektüel, istediğin kadar zeki, istediğin kadar ne olursan ol... Duyguları cımbızla ayıklanmış bir kadından kime ne hayır gelir? Senin canın can da, adamın canı patlıcan mı?
Geçenlerde kızlarla bir taksiye bindik. Taksi şöförüne ‘şurdan dön’ dedim, olmaz, dedi. Bu sokağa gir, dedim, giremem, dedi. Ben de ‘iyi o zaman biz inelim, sen nereden istersen oradan git bari’ dedim. Bu şöförün ağrına gitti. Benimle kavgaya tutuştu. Ama sonuçta baktı olmuyor, vazgeçti. Defne ve Deniz olayı izlediler. Şimdi annesi taksi şöförüne ‘yürü git’ diyebilen bir çocuk, kadınların naifliğine inanır mı? Veya böyle bir kadınla beraber olan adam, o kadını korumaya, sahiplenmeye çabalar mı? Taksi şöförüne bile pabuç bırakmayan bir kadın, birlikte olduğu adama ‘benim sahibim sen misin’ diye sorabilir mi?
Kendimi son günlerde Grey’s Anatomy’deki Dr. Yang’e benzetmeye başladım. Ben de en az O’nun kadar kalpsiz bir kadınım. Hiç bir konu ile ilgili, hiç bir duygum yok. Olaylara bakış açım düz mantıktan ibaret. Geçenlerde bir arkadaş toplantısındaydık. Arkadaşlarımızdan biri, bir olay anlattı. Diğerleri dinlediler. Sonra dinleyenlerden biri bana döndü: Gülfem sen söyle, gerçekten böyle miydi? Şimdi bu işin içine bir sürü his katmıştır, söylediklerinin gerçekliğinden emin olamayız’ dedi... Ne kadar güzel... Demek ki, benim bütün yargılarım histen arınmış. O kadar ki, arkadaşlarım benim duygusuzluğumu double-check yapmak için kullanır olmuşlar.
Kalbimi yokluyorum, acep ben ne ara bu hale geldim? Vaziyet doğuştan mıydı, yoksa sanayii de mi bu hale getirdiler... Galiba benim yapım buna uygundu, binayı da bu uygun zemine diktiler, tam oldu. Eski kocam, öğretmen bir annenin oğluydu. Ex kayınvalide, baba yurtdışında çalıştığı için, hem anne, hem baba rolüne soyunmuş bir kadındı. Kendisini günahım kadar sevmem, O’da beni sevmez. Ama eğriye eğri, doğruya doğru, kendine, evine, barkına, çocuklarına son derece sahip bir kadındı. Yıllarca tek başına her cephede çarpışmıştı. Belki de bizim evliliğimizi cehenneme çeviren bilumum arızalar, bu çarpışmaların açtığı şarapnel yaralarının izlerinden çıkıyordu. Kimbilir... Dolayısı ile, biz evliyken, belli ki annesinden referans alan kocam, benim korunmam ve kollanmam gerektiğine asla inanmadı.  Benim kendi babam, aşırı kollayan ve sahiplenen bir adamdı. O yüzden, kocanın umursamazlığı, bana ilk başlarda dünyanın en güzel şeyi gibi göründü. Öyle ya, geldin diyen yok, gittin diyen yok, oturdun diyen yok, kalktın diyen yok.. İlerleyen yıllarda, her işimi kendim görürken, işçi, amele, tamirci, betoncu, kalıpçı, demirci peşinde bir başıma koşarken, arabayı servise, çocukları yuvaya bırakıp, toplantıya yetişmeye çabalarken, başlangıçta rahatlık zannettiğim şeyin ne olduğunu anladım gerçi ama, o zaman da iş işten geçmişti.  Zaten naturamda var olan katılık, bu kadar antremanla birleşince, yıllar yılı erkeklere ait bir dünyada debelenmek de üstüne eklenince, ortaya bendeniz gibi bir ucube çıktı. Dıştan bakınca kadın... İçten bakınca ne idüğü belirsiz bir şey... Ne idüğü belirsiz diyorum, çünkü kadınların katılığı bazen erkeklerden beter olabiliyor. Eskilerin bir lafı vardır; sonradan görme, gavurdan dönme, derler... Anlamı, bir insan bir özelliği sonradan edinirse, o konuda doğal olarak buna sahip olanlardan daha fazla aşırıya gider, demektir. Bu yüzden din değiştirenlerin hepsi, yeni dinlerinde pek bir tutucudurlar. Bu sebeple, sonradan katılaşan kadınlar, duygusuzluklarını erkeklerden daha ileri noktalara vardırabilirler...
Yakın arkadaşlarımdan biri, kısa süreli bir flört yaşadı. Adamcağız sağolsun normal bir adamdı. Bizimkinin akılcı yaklaşımları karşısında biraz ezildi. Bize göre çerçevesi her yönü ile belirli bu ilişki de, arkadaşımın dümdüz çizgisi, O’nu fevkalede yordu. Bu düz çizgiyi dağıtmak için, bu kez kapris yapmayı denedi. Baktı, o da olmadı... Arkadaşıma ‘sen artık erkek gibi olmuşsun’ dedi, çekti, gitti...
Burada önümüzde yeni bir sayfa daha açıldı. Kadınların kaprislerinden bıkan, onları dırdır etmekle suçlayan, yahu kadın bir sus, diyen erkekler değil miydi? Kendilerini kadınların taleplerinden, vızıltılarından kurtarmak için meyhanelere atan, hovardalık yapan, karısı çekilmez biri olduğu için mutluluğu ve sükuneti başka kadınların kollarında arayanlar da onlardı. Peki karşılarına talep etmeyen, dırdır etmeyen, hiçbir şekilde muhtaç olmayan, mudanâsız bir kadın çıkınca ne oldu? Erkeklik çizgisi dağıldı, gitti... Hoppala... yoksa ne kadar mantıklı, ne kadar akılcı ve hayata karşı ne kadar sarih olduğunuzu anlamak için kadın dırdırına ihtiyacınız vardı da, bizim mi haberimiz yoktu?
Yıllar önce, evde yatılı çalışan kadınlardan biri işi bıraktığında, neredeyse komaya girmiştim. Allah’ım şimdi ben ne yapıcam, bu kadar işin altından nasıl kalkıcam, diye kara yaslara bürünmüştüm. Sonra bir an sakinleşip düşündüm. Gülfem, çocukları kadına bırakıyor musun? Hayır, yanında işe götürüyorsun. Yemekleri kendin yapıyorsun. Sabahları yataklarını kendin düzeltiyorsun, gece çocuklarına kendin bakıyorsun, banyolarını kendin yaptırıyorsun, yemeklerini kendin yediriyorsun. E o zaman derdin ne? Ve dehşet içinde anladım ki, kadının varlığı bana hanım olduğumu kanıtlıyordu. Tebası olmayan kral olamayacağı gibi, ordusuz konutana komutan denemeyeceği gibi, hizmetçisi olmayan kadına da hanım denmiyordu... Evde çalışan kadın, kendi gözümde varlığımı daha değerli hale getiriyordu. Eksik özgüvenim, onunla tamamlanıyordu.
Şimdi durumumuza bu bilginin ışığında yeniden bakarsak, muhtaç olmayan, korunması, kollanması gerekmeyen, parasını kazanan, ayakları üzerinde sapasağlam duran, gel deyince nazlanmadan gelen ve git deyince gocunmadan giden kadın, erkeklere erkek olduğunu hissettirmiyordu... Erkeklerin varlıklarının temeli, doğdukları bir günden beri hazırlandıkları erkek olmak misyonu olduğundan, bizim gibi kadınlar o misyonu ellerinden alınca, garipler ne yapacaklarını bilmez halde kala kalıyorlardı. Ve sanıyorum,  en temel dürtülerine yapılmış bu saldırıyı taşıyamadıkları için arızaya geçtiler. Bunu anlayan kadınlar, birkaç kez açıp kapayarak kocalarını veya sevgililerini normale döndürmeye çalıştılar, ama çoğunlukla bir düzelme olmadı. Sonuçta bir kısmı kendi gitti, gitmeyenleri de kadınlar gönderdi.
Eee ne oldu şimdi? Sen benim sahibim misin, cümlesini kurmaya ihtiyaç duymayan kadın, açıkta kaldı. Sen benim sahibimsin, cümlesi ile gerçek durumunu ifade eden kadın, erkeklerin egosu altında ezildi, perişan oldu. Erkeğe muhtaç olmadığı halde gözlerinin içine bakarak ‘sen benim sahibimsin’ diyen kadın malı götürdü... Bu kadınlar güçleri, zekaları ve inandırıcılıkları nispetinde tarih çizgisinde diizldiler. Hürrem Sultan, Çariçe II. Katerina, Josephine, Gülben Ergen....
Ben şahsen hepsini gönülden tebrik ediyorum. Ama anladığım kadarı ile bende bu kabiliyette yok. Her yazdığım yazıda, kendimde olmayan nitelikleri keşfetmekten de gına geldi. Gerçi atalarımız ‘kişi kendini bilmek gibi irfan olamaz’ demişler ama ‘insan kendini beğenmese, gider kuyuya atar’ diyen de onlar... O yok, bu yok derken geldiğimiz noktanın ‘senden bir halt olmaz’ olduğu düşünülürse... yani bilemiyorum, olgunluk da bir yere kadar....
Sevgili dostlar, yazımın vardığı beklenmedik sonuçlar ışığında, izninizle, kadın-erkek ilişkileri sahnesinden çekiliyorum. Ben bu naneyi yiyemem, elime yüzüme bulaştırırım. Hem kendimi, hem adamcağızı perişan ederim. İyisi mi, kırayım dizimi, oturayım, işime gücüme bakayım, çocuklarımı büyüteyim.
Güçlü ve güçlü olduğunu belli etmeyecek kadar akıllı tüm kadınlar... Yürüyün, kim tutar sizi... Bu dünyanın gerçek hakimi sizlersiniz... Hepinize sonsuz saygılarımı ve selamlarımı sunuyorum.
Sevgili Gülben... Sahip olduğun akıl ve dirayet herşeyin en iyisini hakediyor. Herşey gönlünce olsun... Kader sana aşk versin, beni de ıslah etsin...

Yorumlar

  1. Bayılıyorum yazılarınıza. Kader sağlık, sevgi, iyilik versin. Kıymetinizi anlayacak da bir güzel aşk versin. O yazıları da okuyalım inşallah :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı