Babam 1991 yılında Marmaris-Selimiye
Köyü’ne yerleşip, otel sahibi olmaya karar vererek, bizim bayram trafiğinde
izleyeceğimiz rotayı çizmiş oldu. 21 yıl içinde 42 bayramın bir tanesi istisna,
41’inde, bendeniz göçmen kuşlar misali, İstanbul’dan Marmaris’e gittim, durdum.
Bizim otele gidilmeyen tek bayramda da babam kafayı kırıp ‘otel, motel yok...
bize mi güvendiniz de tatile çıktınız’ diyerek kapıya kilidi astığı için, iki
sokak ötede başka bir otele müşteri olarak gitmiştik. O tatilde çocuklar küçük
olduğu için ben olaya hava yolu ile dahil olmuştum. Bu yüzden kendisini
saymıyorum.
Bayram tatillerinde yollarda
olmak, kepazeliği baştan kabul etmektir. Uçak gibi medeni ulaşım araçları bu
rezilliği bir nebze olsun katlanılır hale getirirler. Ancak bizim gibi,
matematik hocasının garezine uğrayıp, uçak biletlerinizi son anda iade
ederseniz, kendinizi öyle bir herc’ü merc’in içinde bulursunuz ki, kendiniz bile
inanamazsınız. Dün, bizde böyle bir galeyan da kaldık. Selimiye’den öğle vakti çıkıp, eve, sabaha karşı geldik. İstanbul’a sadece kırk kilometre
kaldığı ve bizimde saatte yirmi kilometre hızla gittiğimiz sabaha karşı dört
sularında, Defne bir ara gözünü açtı ‘anne Allah’ın bunun hesabını matematikçi’den
sorması lazım’ dedi. İnsanlara ceza, bela okumak gibi bir adetim yok ama bu
konuda Defne ile aynı hisleri paylaşıyorum. Eğer ilahi adalet denilen bir şey
var ise, matematik’çiden bu hesabın sorulması haktır...
Dediğim gibi, dün yani 28 Ekim
günü öğleyin saat 13:00’de Selimiye’deki evimizden ayrıldık. Akşam saat 22:30
sularında Yalova’ya geldik. Normalde bir saatlik yolumuz kalmıştı. Topçular
feribotuna sekiz kilometre vardı. Aaaa
daha fazla beklemeye dayanamayacağım, deyip feribotu pas geçip, körfezi
dolaşmaya karar verdiğimiz zaman ise, tarihler 29 Ekim’i, saatler 1:30’u
gösteriyordu. İlk başlarda körfezi dolaşmak iyi bir karar gibi göründü. Karamürsel
ve Gölcük’te benim gibi illahlah demiş pek çok insan olmasına rağmen, trafik
akıyordu. İzmit’e kadar bu şekilde geldik. OGS’den geçtik, çevreyoluna girdik
ve ben dramımızı gördüm; İstanbul 86 kilometre tabelasının altında insanlar
oturuyordu. Çevreyolunun etrafındaki refüjler, yatan, dolaşan, piknik yapan aileler ile
doluydu. Emniyet şeridi adeta bir iş-park alanı görünümündeydi. Bazı arabaların
açık camlarından, uykuya yenik düşmüş insanların ayakları sarkıyordu. Saat gecenin
2:30’u olmuştu ve insanlarda ki bu çayır çimen aşkının sebebi, dört şeritli
Ankara-İstanbul otobanında, trafiğin tamamen durmuş olmasıydı. Böyle bir
manzarayı benim gibi daha önce görmediyseniz, kesinlikle şok edici olduğunu
söylememe lütfen izin verin. İşin kötü tarafı, İzmit’ten gelen yolun otobana
bağlandığı nokta bir rampanın alt kotunda olduğundan, ileriye doğru
kilometrelerce uzanan araç kuyruğu açık seçik görülüyordu. Arabaların stop
lambaları gecenin içinde göğe yükselen kor ateşler gibiydiler. Rampanın
altından bakan bir insana, az önce patlamış bir yanardağın lavlar akan
kenarında duruyor hissi veriyorlardı...
Tamam, tamam... o kadar dramatik
değildi. Ama bakan herkes, ulan biz sonuçta ölümlüyüz, acaba bu kuyruğun
bittiğini görmeye ömrümüz vefa eder mi, diye düşünüyordu. Bazıları baştan
havlu atmıştı. Yolda kalmaya çalışan ne kadar araba varsa, bir o kadar da park
edip, kendini akışa bırakan vardı. 86 kilometre, otoban ölçeğinde az bir
kilometre olduğundan, kenardaki iki, üç kıytırık mesire yeri, altın çağını
yaşıyordu. İnsanlar bir bardak çay, tuvalet sırası veya bir kaşarlı poğaça için
birbirlerini kırıyorlardı. Allah’tan bizim karnımız toktu. Aslında son
yemeğimizin üstünden altı saat geçmişti ama çocuklar uyudukları için acıksalar
bile farkına varmayacaklardı. En kötü ihtimalle, annemin son anda sefer tası ile
bagaja koyduğu patlıcan kebabını yeriz, diye düşündüm. Gerçi çatalımız veya hiç
değilse ekmeğimiz bile yoktu ama,
insanoğlu zor anlarda geliştirdiği problem çözme yeteneği ile ünlü bir canlı
değil miydi? Zamanı gelince, çatal sorunsalı bir şekilde halledilirdi.
Dün gece yaşanan bu dönüş trafiği
çılgınlığında ne kadar Renault 9, Kartal veya Doğan görünümlü Şahin varsa, pert
oldu. Çocukluğumuzun bu efsane arabalarının saatlerce beklemekten mütevellit su
kaynatıp, motor yatağı sarıp, yol kenarlarına çekildiğini görmek, benim için
çok acıydı. Vaktiyle, Pazar gezmesine
gitmek üzere ailecek içine doluştuğumuzda, bizde aya gidiyormuşuz gibi heyecan
ve neşe uyandıran bu emektarlar, tarih sahnesinden bu şekilde kalkmamalıydı. Üzücü
ama yapacak birşey yok. Ne diyelim, mukadderat...
Gecenin karanlığında, uyuyan
çocuklarımın nefeslerini dinleyerek, kırmızı bir ışık seline dönüşmüş olan yolu
seyrederken, bir kez daha anladım ki John Nash haklıydı... Kapitalizmin temel
direklerinin oturduğu rekabetin üstünlüğü teorisinin çürük zemini, gözümün
önünde kızıl bir sel olmuş akıyordu. Nash’in oyun kuramı teorisinde dediği
gibi, aynı şeyi isteyen insanlar arasındaki rekabet, bilinenin aksine kaliteyi
artırmaktan ziyade, istenilen şeye ulaşmayı imkansız hale getiriyordu. Dün gece
Türkiye nüfusunun yaklaşık dörtte biri, İstanbul’a ulaşmaya çalışıyordu ve
herkes bunu çevreyolu üzerinden yapmaya çalıştığı için, gaye hepimiz için
imkansız hale gelmişti. Oysa, çevre yoluna yönelmeden önce, başka güzergahları
deneseydik, birbirimizin önünü kesmemiş olacaktık. Ve herkes en azından altı
saat önce yatağına yatmış olacaktı. Bu halimiz ile, diğerinin elindeki oyuncağı
isteyen çocuklardan farkımız yoktu. Dünyanın bizi mutlu edecek binlerce başka ihtimaline
sırtımızı dönmemiz ve kör bir hedefe kilitlenmemizin sebebi olan ego’yu, acaba
bu insan evlatları bir ara yenebilecekler miydi? Karşımda insan egosunun
bilinen en yüksek tezahürü olan kapitalizmin kafamıza kaktığı kurallara, kızıl
bir ışık seli ile yanıt veren evren, bizimle şu anda da maytap geçmiyorsa, bende
kırk üç seneyi boşuna yaşadım demekti...
Bu düşünceler ile aydınlanmış bir
halde tam hayatın sırrına erecekken, kaderim bu kadar aydınlanmanın benim için
kafi olduğuna kanaat getirmiş olmalı ki, sabaha karşı 4:30’da trafik birden
bire açıldı... Sebep? Rampalar bitmişti. Şimdi efendim, şöyle izah edeyim.
Yolun en sağından giden bir kamyonu sollayan ve ondan sadece saatte 5 kilometre
daha hızlı bir başka kamyon, o kamyonu sollayan ve ondan sadece saatte 3
kilometre hızlı bir başka kamyon ve onu da sollayan saatte 2 kilometre daha bir
başka kamyon sayesinde, otobanın dört şeridinin 10 dakika kapanması ve bu
hareketin her 10 dakika da bir tekrarlanması, binlerce arabanın yolda kalmasına
yetiyordu. Rampalar bitip, yol düze inmeye başladığında, birbirini sollayamayan
kamyonlar sağ şeride art arda dizildiğinden, trafik aniden açılıyordu. Bu açılım
da coğrafi şartlar gereği Hereke civarına denk geldi. Hereke’den sonra trafik
otoban şartlarına geri döndü ve yeniden 120 kilometre hızla akmaya başladı.
Pendik hizasına geldiğimiz zaman,
çevreyolunda kalmaya daha fazla cesaret edemedim. Saat sabaha karşı 5’i
geçmişti ve insanlar o yorgunluk ve uykusuzluk ile bu seferde çok hızlı gitmeye
başlamışlardı. Bu yüzden Kurtköy çıkışından çıktım, çocuklarımın okulu sebebi
ile hep kullandığım bağlantıdan sahile indim, evime geldim. Çevreyolunun ve E-5’in
bütün kalabalığına rağmen, bağlantı yolu ve sahil bomboştu. Daha az kalabalık
olur diye düşünmüştüm ama böyle bir in-cin top atar vaziyeti beklemiyordum.
Dolayısı ile, gecenin ikinci hayat dersini de burada aldım. Bir şeyi benim
biliyor olmam, başkalarının da biliyor olması anlamına gelmiyordu. Bu yüzden benim
için olağan görünen küçük değişiklikler, başkalarının hayatında büyük farklar
yaratabilirdi...
29 Ekim öğleninde, dayak yemiş
gibi uyandık. Bu açıdan meydanlarda coplanan, üstlerine biber gazı sıkılan
insanlarla mecazi bir birlikteliğimiz olduğu söylenebilir. Onların içinde,
ailemin üyeleri var. Face’den paylaşımlarını endişe ile izliyorum. Biri, biber
gazı hakkındaki izlenimlerini yazmış. Kendisi aslında tıp doçentidir. Bu
ülkenin yetiştirdiği kıymetli insanlardan biridir. Ayda 2.000 lira maaş aldığı halde,
üniversitede hocalık yapmaya devam eder. 24 saatin 22 saatini ameliyathanede
geçirdiği olur. Bu kadar az paraya neden üniversite de çalışıyorsun, dediğim
zaman ‘bizde gidersek, talebeleri kim yetiştirecek, bu çocuklar nasıl doktor
olacaklar’ demişti. Bu memleketin insanlarının dertlerine deva bulacak
doktorları yetiştirmeye kendini adamış bir insanı, devleti ile karşı karşıya
getiren nedir? Bundan yıllar önce 12
Eylül darbesi darbesi henüz yeni yapılmışken, babam ‘sağcı-solcu kavgası bitti.
Bir sonraki sefere millet, din üzerinden bölünecek’ demişti. Otuz sene sonra öngörüsü
doğru çıktı. Kulağa çok sıradan geliyor biliyorum ama, işlerin sağcı-solcu
kavgasının derecesine varmamasını can-ı gönülden diliyorum. Biz o günleri
ucundan kıyısından gördük. Türkiye’nin gelişme ve refah yolunda elli senesi
heba oldu. Umarım, bu millet bir daha öyle günler görmez.
Bu vesile ile hepinizin geçmiş Kurban
Bayramı’nızı ve Cumhuriyet Bayramını’zı kutluyorum. Dilerim, bir sonraki
bayramda en büyük derdimiz, trafikte kuralsız sollayan kamyonlar olur.
Yorumlar
Yorum Gönder