Geçen hafta, internette ‘yeni
çıkan neler var’ diye gezinirken, Fifty Shades of Grey’in satış listelerine
girdiğini gördüm. Aklım başımdan gitti. Neden derseniz, birincisi; kitabı
Türkiye’de satışa çıkmadan önce Ipad üzerinden indirip okuyan arkadaşlarım
anlata anlata bitirememişlerdi... İkincisi; kitabın yazarı kadın, bencileyin kırk
yaşına gelene kadar alış-veriş listesi yazmaktan öteye geçmediği halde, altı ay
evine kapanıp aniden yazdığı bu üç cilt roman
ile turnayı gözünden vurmuş, malı götürmüştü.
Yazarın durumu ile empati kurmak,
kitabı satın aldıran şeylerden biridir. Bu kadının aniden ve altı aylık bir
çaba ile kazandığı para, benim empati hislerimi fena halde harekete geçirdi.
Daha önce benzer şeyleri J.K.Rowling’e karşı hissetmiştim. Harry Potter’ı
okumak istememin temelinde yatan duygu da budur aslında... Bir okuyayım da
göreyim, yazar burada ne demek istemiş... Aslında tetkik edilmek istenen şey,
aynı performansı bende gösterebilir miyim, gösteremez miyim? İnsan haliyle merak ediyor. Nasıl merak etmeyim? Baksanıza
ben gece gündüz demeden çalışıyorum. Günde 20 saat mesai yapıyorum, yine de ayda
100 bin dolardan fazla parayı bir araya getiremiyorum.
Şaka, şaka... yok böyle bir para..
en fazla 50 bin...J
Yeri gelmişken söyleyim, para kazanmak için mimarlık uygun bir meslek değil.
Sonra kafayı kıran gidip mimarlık fakültesine girmesin. Mesuliyet kabul
etmem...
Kitap, siparişi verdikten üç gün
sonra geldi... Romanın erotik bir roman olduğunu zaten biliyorum... Bu yüzden
hazırlıklıyım. Kolonya, buz torbası, al basmasına karşı kırmızı eşarp, bütün
tedbirlerimi almış durumdayım. Bu yaşta mı, daha neler... teenage miyim ben,
böyle romanlardan etkilenicem, hisleri ile okumaya başladım. Ama yazar beni ilk
dakikadan ters köşeye yatırdı. Romanın içinden hiç ummadığım birşey çıktı; gerçeklik...
evet gerçeklik... Kitap, kadın erkek arasında olmasını beklediğimiz, olmasına
alıştığımız vıcık vıcık, şartlandırılmış, öğretilmiş ve beklenen romantizmden ve şehvetten ayrıldı.. Herşey buram buram
gerçeklik içinde geçmeye başladı...
Ne demek istediğimi bir örnekle
açıklayım: Romanın esas kişisi olan Christian Grey, kadına olan tutkusunu en
açık kelimelerle ifade etti. ‘Anastasia, ben seninle yatmak istiyorum’... Gerçi
o bundan daha açık söyledi ama, ben, çoluk çocuk sahibi, yaşını başını almış
bir insan olduğumdan ve anam da beni facebook’ta
adım adım takip ettiğinden, o şekilde yazmayı bünyeye yediremedim. Al işte
çözümlenmesi gereken bir psikolojik sorunum daha çıktı. Kırküç yaşında anneden
çekinmenin nedenleri.... Bu yaşta hala annenizden korkuyorsanız, acaba siz bir
nesiniz? Olmadı bunu da bir sonraki yazının konusu yapalım. Neyse efendim,
uzatmayım, adam bunu söyledi, sonra kadının elini sıkıca tuttu, kadın adamın bu
ani ve apaçık teklifi karşısında afallamış halde iken O’nu caddenin
karşısındaki kahve dükkanına sürükledi.
Valla, ne yalan söyleyim, ben
bundan çok etkilendim. Özellikle teklifini en açık şekilde yaptıktan sonra
kadının elini bırakmaması... Bu hareket, kendine duyulan saygının, özgüvenin ve
karşısındaki insanı sahiplenmenin en ciddi alamet-i farikası gibi geldi bana...
Bir lafı söylemeye cesaret
edemediği için bin tane başka laf söyleyen erkekleri sevmiyorum ben... Erkek
demek cesaret demek, benim gözümde... Allah vergisi kas gücü farkı bu şekilde
tecelli etmeli, diye düşünüyorum. Yoksa geri kalan herşey için zaten Visa
var... O yüzden çiçek göndermelerden, yemeklere çıkarmalardan, bin tane süslü kelimeyi
arka arkaya dizmelerden nefret ediyorum. Ne kasıyosun, kardeşim.. I know you,
you know me... Kadın içten içe bilmiyor mu aslında varılmak istenen noktanın ne
olduğunu... Bazıları bu boş lakırdıları, tutarsız davranışları ile de
taçlandırıyor. Yemek boyunca kadına ilahe gibi davranan adam, yemeğin sonunda
hesabı getiren garson kızın bacaklarına bakıyor... Devamında sen o geceden
hayır bekle... ‘Bu kalbin senin için çarptığına inanmıyorsun Nalan’... İnanmaz
tabii... Kadın olunca, illaki salak mı olmak lazım. Akıl bir tek erkeklere
verildi sanki...
Pardon... Heyecanlandım birden...
Bazen sanki buraya yazıklarımı insanlar okuyunca, herkes sırra vakıf olacak,
dünyanın gidişatı değişecek gibi hissediyorum. Ne tarz bir manyaksam, anlayın
artık. Neyse dağıtmayalım, konuya dönelim. Bu Christian Grey kişisi,
Anastasia’ya, kendisi ile beraber olmak istediğini en açık şekli ile ifade
ettikten sonra, ilişkinin tüm detaylarının yazıldığı süreli bir anlaşma metni
verdi kızın eline... Daha önce onbeş değişik kadınla bu anlaşmayı imzaladığını
da söyledi. Şahsen ben onbeş adamla birlikte olmadım. Bunun yerine bir adamla onbeş
sene birlikte oldum. Ama geçen süre zarfında böyle medeni bir yaklaşım
görmedim. Attığım imza, karşı tarafça ‘herşeye evet’ manasına alındığı için, gidişatın
tümünde hazırlıksız yakalandım. Altı ay sürecek bir proje çalışması için bile
on sayfa metin yazan bir insan olarak, ömür boyu sürecek diye girdiğim bir
işte, şartları önceden konuşmamış olmam, kendi açımdan duyguları işe
karıştırmanın zararlarını göstermesi bakımından iyi bir tecrübedir ya, neyse...
Küçük kızım, ki kendisi sadece
dokuz yaşında, geçenlerde romantik bir filmin final sahnesinde, ‘bu yaşıma
geldim, şöyle bir adam görmedim’ dedi... Grey insanı, kıza bunları söylerken, ben
de küçük kızımla aynı şeyi hissettim. Bu yaşıma geldim, şöyle bir adam
görmedim... Bu kitabı iyi ki almışım. Yıllar sonra Ayn Rand’ın romanlarındaki kadın-erkek
ilişkisi tadında bir hikaye okumak üzereyim, diye sevinirken, romanın başından
beri beni şaşırtan ikinci şey oldu; böylesine keskin bir realite, yazarın kendisine de ağır gelmiş olmalı ki,
işi götürdü romantizme bağladı.
Şimdi romantizim nedir?
Romantizim, kadının, erkeğin fiziksel gücü karşısında korunma refleksi ile oluşturduğu
ve erkeğin duygusal alıcılarının ayarları ile bilinçli olarak oynadığı sürecin
adıdır. Kadın, erkek egemen ve fiziksel güce dayalı dünyada, erkeklerin
içinden, hakkından geleceğine inandığı bir tanesini seçer. Adamı çeşitli
numaralar ile aptala çevirir. Erkek, sadece tek bir noktaya odaklanmış ve
resmin bütününü gözden kaybetmiş halde iken onunla evlenir ve böylece düşman
kabileden, kendisi ve çocukları için bir koruma yaratmış olur. Adam bu noktadan
sonra artık bir nevi devşirme yeniçeridir. Köyünden alınır, getirilir,
eğitilir, devamında aynı soydan geldiği insanların üzerine harbe gönderilir.
Aşka ve romantizme dair bir şeye
rastladığımda kendi kendime düşünüyorum. İnsanlar arasında tam ve gerçek bir
eşitlik olabilse idi, ilişkilerin
formatı nasıl değişirdi, diye... Mesela, kadın gece yarısı eve içkili gelen
kocasına bir tane çakabilseydi, o adam ertesi akşam eve yine geç gelebilir
miydi? Güç, erkekleri yirmibirinci yüzyılın ortasında dahi, hayatın neredeyse
tamamını kontrol etmek için yetkin hale getiriyor. Ve bu güç yüzünden, erkeklik
halen öykünülen bir kavram olmaya devam ediyor.
Misal, kitapta esas kız, beraber
olduktan sonra esas oğlanın kıyafetlerini giyiyor. Zaten bu, neredeyse tüm aşk
filmlerinin değişmez klişesidir. Kadın hiç olmazsa, adamın gömleğini giyer.
Kitabı okurken bunun tersi olsa nasıl olurdu diye düşündüm. Beraber olduğumuz
adam gömleğimizi giyse... veya sabah kalktığımızda kendisini, üzerinde bizim dün
gece giydiğimiz gecelikle mutfakta çay demlerken bulsak... Kitapta Grey, kızı
kendi gömleği ile kahvaltı hazırlarken görünce, çok beğeniyordu... Hele bir
keresinde kızcağız adamın boxer külotlarından birini giydi. Böylece
aralarındaki elektrik bir kez daha tavan yaptı. Peki adam kızın donlarından
birini giyse, acaba ne olurdu?
Beraber olunan kişinin
kıyafetlerini giymek konusunda, babanemin anlattığı hoş bir hikaye vardır.
Bizimkiler Samsun’da otururlarken iki ev aşırı, orta yaşlı bir karı-koca
komşuları varmış. Evin beyi akşam işten gelmiş. Karısı kapıda karşılamış,
paltosunu, şapkasını almış. Adet olduğu üzere de adamın peşinden yatak odasına
giderek, günlük kıyafetlerini çıkarıp, pijamalarını giymesi için yardım etmek
üzere beklemeye başlamış. Adam önce ceketini, sonra gömleğini çıkarıp karısını
vermiş. Kadın adamın uzattığı kıyafetleri katlayıp askısına asıyormuş. Derken
sıra pantalona gelmiş. Pantalon çıkınca ne görsünler. Adamın üzerinde kırmızı
bir kadın donu... Kadın hayretler içinde kalmış. Kocasına dönmüş ‘bey, bey...
bu ayağındaki don da ne’ diye bağırmış. Adam bir dona bakmış, bir karısına
bakmış... Necla, üstüme gelme de, bir yalan uydurayım’ demiş...
Kitabın ikinci ve üçüncü ciltleri
baskıya hazırlanıyormuş. Yakında çıkar... Okuduktan sonra, böyle sivri başka
fikirlerim olursa, bilahare yazarım... Ama okurken insafsızlık etmeyin. Kitapta neler neler oluyor, bu Allah'ın cezası üzerinde düşünecek bula bula bunları buluyor, demeyin... Zira diğer konular hakkında, benden önce çok düşünüldü, çok
yazıldı.. Şimdilerde yazacak olanlara hem konu kalmadı, hem standartlar inanılmaz yükseldi.
İnanmayanlara, antik çağ filozoflarının kitaplarını okumalarını öneririm. Bizim Cin Ali’lerden biraz
daha hallice bulmazsanız, insan değilim... Sonuçta yazı icad edileli, 5000 sene
oldu. Bize konu diye, kala kala bunlar kaldı... Iphone var, konu yok...Ne yapalım, yirmibirinci yüzyılda doğmanın zararları...
Kendinize iyi bakın... Bir
sonraki yazıya kadar hoş ve esen kalın, realitesiz kalmayın...
Yorumlar
Yorum Gönder