Çocuklar bu akşam geç yattılar.
Sebep? Perşembe günü katılacakları Hallowen partisi için kostüm yaptılar. Eski
kıyafetlerini yırtık pırtık kesitler, üstüne ketçap, baticon, kırmızı oje artık
allah ne verdiyse sürdüler, kendilerine bir zombi efekti yarattılar, arkadaşları
ile birlikte katılacakları partiye hazırlandılar.
Yavrularımı bu tatlı telaşın
içinde görünce aklıma kendi çocukluğum geldi. Hallowen’lerde tüm aile rahmetli
anneannemlerin Erenköy’deki köşkünde toplanırdık. Toprağı bol olsun, Şefika
teyzem bize bal kabağından cadı suratları, türlü türlü fenerler, oyuncaklar
yapardı. Münibe Hala’m hepimize kostüm kıyafetler
dikerdi... Hiç unutmam, bir Hallowen’de kötü deniz kızı kılığına giricem diye
tutturmuştum. Halam ‘olmaz’ dedi. Ben üzüntüden ve ağlamaktan hasta olup yataklara düştüm.
Sevgili baba’cığım, benim günlerce ateşler içinde yanmama dayanamamış olacak
ki, istediğim ateş kırmızısı kadife kumaşı Paris’ten bulup getirtti. Kumaş
İstanbul’a geldiğinde Hallowen’e sadece birkaç gün kalmıştı. Zavallı Münibe
Hala’m sırf ben iyileşeyim diye, dadımla beraber, gece gündüz uğraşıp,
kostümümü yetiştirmişlerdi. Hallowen akşamları, annem yalnız çıkmamıza izin
vermediği için, şeker toplamaya komşu köşkleri ziyarete, şöförümüz İsmet Amca
ve Fransız mürebbiyemiz Matmazel Blanche ile birlikte giderdik. Anneannem,
Hallowen günlerinde, Şefika teyzemin oyduğu takribi bir kamyon kabağın içinden
tatlı pişirip, yedi mahalleye dağıtır, hem de elindeki kepçeyi bize doğru sallayarak mahsusçuktan kızmış gibi yaparak ‘sizi gidi yumurcaklar’ diye
bağırırdı...
İşte bizim çocukluğumuz böyle
güzel, böyle nazik, böyle nazenin ortamlarda geçti, dersem sakın inanmayın.
Böyle bir şey asla olmadı... İşin gerçeği şu ki, biz çocukken Karate Kid’dik...
Karate Kid ne olaki, diyenlere
ufak bir hatırlatma yapayım... Karate Kid, kendi halinde bir çocuktur. Kader onu
birgün Miyake San adında meymenetsiz bir adamın yanına sürükler. Miyake San,
dünyadaki en büyük emeli karate sporunda ilerlemek olan bu bahtsız çocuğa, evde
ne kadar lüzümsuz iş varsa yaptırır. Damı aktartır, çimleri kestirir, çitleri
boyatır, arabaları cilalatır... Çocuk arada sırada ayılıp ‘Miyake San, sen beni
kekliyor musun? Bunların karate ile ne ilgisi var, dediğinde hep aynı şeyi duyar
‘cilala, parlat... cilala, parlat’...
Geçen bayram tatilinde
annemlere gittik. Büyüklere yakın olmak, tuhaf bir şekilde anıları
havalandırıyor. Güneşli bir öğleden sonra, yağmurun ardından açan gökyüzünün
altında otururken, nerden esti ise kendi çocukluğumuzu hatırladık. Allah’ım meğer
neler çekmişiz. Bir kere annelerimiz temizlik delisiymiş. Hepimiz en az
bir kez cümle kapısının önünde don atlet kalana kadar soyulmuş, içeri öyle
alınmışız. O zamanlar banyolarda küvet olmadığı, küveti olan banyolarda, banyo
sobasına yakın dursun da üşümesin dendiği, banyo cehennem gibi sıcak olsa bile
annemiz öyle alışık olduğu için, leğenlerin içinde yıkanmışız. Buz gibi çinko
leğenin içine zorla oturtulmak, kafamızdan haşlak sular dökülmesi, yandım
diyenlere hamam tası ile müdahale hepimizin istisnasız ortak noktasıymış. Bizim
çocukluğumuzda temizlik işlerine yardım etmeyen çocuk yokmuş. Oynadıktan sonra
evi toplamak, toz almak, anne silerken arkasından süpürmek, perdenin pilelerini
düzeltmek, halının püsküllerini taramak, bazı evlerde bu püskülleri halının
altına kıvırmak, büyük temizliklerde leğene su koyup bu allah’ın cezası püskülleri
yıkamak, hep biz çocukların işiymiş. O günlerde evlerde hiçbir iş, çocukların
katkısı olmadan yapılmadığından en geç dört yaşında ekmek almak için bakkala
gitmekle mesaiye başlamışız. Beş yaşında manav, altı yaşında kasap, yedi
yaşında semt pazarı mekanımız olmuş. Her seferinde boyumuzla mütenasip torbaları
taşımışız. Kışları sobaya kömür çıkarmak, mahallenin oduncusunun at arabasının
arkasına atıp getirdiği ve kaldırıma koyduğu kütüğün üzerinde ufakladığı
odunları kömürlüğe istiflemek, hep bizim işimizmiş... O devirlerde eve erzak
kilo ile alınmadığı için, misal bir traktör vagonu kışlık kavunu üç kat
merdivenden çatı arasına çıkarmak, iple çatı kirişlerine bağlamak, yazları en
aşağı yirmi tane alınan karpuzları, karyola eteklerini kaldırarak, somyanın
altına yuvarlamak bizden sorulurmuş. Reçel için çilek, vişne ayıklamak,
salça için biber dilmek, tarhana üfelemek, ipe biber, patlıcan dizip, güneşe
asmak, kışları akşam yemeklerinden önce bodrumdaki turşu küpünden turşu çıkarıp
sofraya getirmek görev tanımımız içindeymiş....
İnsan çocukluğunu böyle
hatırlayınca bir tuhaf oluyor. Bizde hem konuştuk, hem hüzünlendik. Tam ‘ulan,
köpek kadar kıymetimiz yokmuş. Şu başımıza gelenlere bak’ diyerek Gülistan’a
bağlıyorduk ki, içimizden biri, arkadaşlar dedi, ben anladım neden böyle olduğunu...
meğer biz Karete Kid’mişiz... Oh be...
öyleyiz tabii..
Gülfem, gel buraya... bırak
elinde o oyuncağı.. önündeki mavi kovayı al, ben kapıları silicem, sen durulayacaksın.
Öyle değil, böyle yapacaksın... cilala
parlat, cilala parlat...
Kerem, ablan halıları silecek,
sen de sandalyeleri sileceksin... cilala, parlat... cilala, parlat...
Gülfem, sandığın üstüne ütü
battaniyesini ser. Sehpaların örtülerini ütüleyeceksin... cilala parlat, cilala
parlat...
O sırada annem geldi... Ne oldu
yani dedi, size iş yaptırdık diye incileriniz mi döküldü... Çok konuşmayın,
kalkın... akşama börek sarılacak...
Tüm Karate Kid’ler ‘peki anne’, ‘tamam
Neslihan Teyze’ deyip kalktık, mutfağa yollandık... Böreğe dönüştürülecek on
kilo yufkamız var... Ha gayret... Cilala, parlat... cilala parlat...
Yorumlar
Yorum Gönder