12 Nisan 2015 Pazar
Gün 2;
Kızlar, bu Verona taa niredir…
Saat 6:50
Uyandık… Ayaklarımız mezbahaya verilecek kıvama gelmiş. Ben gece yatmadan
önce ağrı kesici içmiştim. O yüzden biraz daha iyiyim.
Ev sahibimiz, yanımızdaki daireyi kiralayanların da mimar olduğunu
söylemişti. Sabah uyandığımda, Gaye’yi balkona çıkmış, yan daireye doğru
‘mimarlar, mimarlar’ diye bağırırken buldum. Sonra uluslararası dolaşımda
olduğumuzu hatırladı ve seslenişini ‘architects, architects’ olarak değiştirdi.
Resim 8: Evimizin balkonu…
Arkada hayal meyal görünen yeşil
ahşap kapılar, diğer mimarların balkonu…
Evden çıkana kadar saat 8:00 oldu. Böylece Özlem’in çok geç
hazırlandığını da öğrenmiş olduk.
Saat 8:00
Milano sokakları kazan, biz kepçe kiralık araba arıyoruz. Önce yol
üstündeki Europcar’a gittik. Son arabayı, önümüz sıra dükkana giren adam aldı. Bir
gayret, Hertz’in Stazione Centrale’deki bürosuna yürüdük. İstasyondaki genel
tadilat sebebi, büroları kapanmış. Elimizdeki telefonların uyduruk
navigasyonlarına baka baka, Pazar sabahı açık olan başka bir Hertz şubesi bulmayı
başardık. Fakat burada da araba yok. Bu sırada Stazione Centrale’de, Maggiore
National diye bir araba kiralama firması daha olduğunu öğrendik. Tekrar istasyona
döndük.
En sonunda arabayı bulduğumuzda, benim ehliyetimi evde unuttuğumuzu
fark ettik. Böylece araba, konu ile zerrece ilgilenmeyen ve ‘ister tren, ister
araba. Siz karar verin, ben karışmam’ diyen Gaye’nin üstüne kaldı.
Dünden beri araba kiralamaya ölümüne karşı olan İrem’se şu anda ‘arabayı
kimseye kaptırmam’ moduna geçmiş durumda. Halbuki dün benim lafımı dinleyip
arabayı havaalanından kiralasaydık, evin kapısına kadar araba ile gidecektik,
hem de 55 Euro’luk arabayı 128 Euroya kiralamayacaktık. Ama bu hali bile tren
maliyetinin çok altındayız.
Saat 10:00
İşlemler bitti ve Stazione Centrale’ye yakın bir garajdan arabayı teslim
almayı başardık. Gaye’nin adım sayacına göre, sabah evden çıktığımızdan beri
5.000 adım daha atmışız. İyi ki araba bulduk. Yoksa bugünü mümkün değil 30.000
adımdan önce kapatamazdık.
Saat 10:30
Eve gittik. Ehliyetimi aldık. Maggiore National’in ofisine ehliyetin fotoğrafını
e-mail ile gönderdik. Böylece arabayı kullanabilir hale geldim.
Bir iki ufak kaybolma denemesinden sonra, navigasyonun’da inkar edilemez
katkıları ile Milano’dan çıktık. Artık Bergamo yolundayız.
Saat 12:00
Bergamo’ya geldik. Arabayı şehrin merkezinde bir park yerine park ettik.
Parkomata beşinci kere para atmaya
çalışırken, yanımıza bir adam yaklaştı ve günlerden Pazar olduğu için, parkın
ücretsiz olduğunu söyledi.
Adam yanımıza gelip bize bunları söylemese, daha ne kadar denerdik, Allah
bilir. Neticede hepimiz görev adamıyız. O parkomat bu parayı alacak, başka yolu
yok…
Resim 9: Yeni Bergamo’nun
meydanında, Özlem’in objektifinden biz…
Arkamızda görünen alan, ibadullah
park yeri.
Saat 12:45
Tepeye çıkan fenikülere ulaştık. Yürüdüğümüz yollarda çok güzel evler
vardı. ‘Bizim neden böyle bir evimiz yok, diye dövünen Gaye’yi sakinleştirmek pek kolay olmadı… Gel annem sen, üzülme… Onların dedesi almış bunları, şimdi
olsa onlar da alamaz, falan dedik de, dikkatini dağıtıp el birliği ile fenikülere bindirdik.
Resim 10: Gaye’nin, kapısında bunalıma girdiği evlerden biri…
Saat 13:30
Özlem bizi tepede, eski Bergamo’nun merkezindeki bir restorana götürdü. Del
Angelo şöyle güzeldir, böyle iyidir, şöyle kalitelidir, yemekleri bilmem nedir,
diye iki saat met etti. Siparişi verdikten sonra da ‘kızlar kusura bakmayın,
ben yanlış hatırlamışım. Şehrin en iyi yemek veren yeri burası değildi. O
restoran bir arka sokakta, dedi…
Resim 11: İrem’in kaleminden Eski Bergamo…
Bergamo’da, küçük bir dükkandan kendime ve kızlara mont aldım. Bizim
oralarda pek görmediğimiz cinsten, incecik montlar bunlar. Çok sıcak tutuyor
ama yer kaplamıyor. Bunalınca, çıkarıp, dürüp, çantana tepiveriyorsun. Sokakta
dolaşan her üç kişiden ikisi bu montlardan giyiyor. Gerçi montları alırken,
akşamüzeri Sirmione’de bir köpeğin üstünde, kendime aldığım montun siyahını
göreceğimi bilmiyordum. Bilsem alır mıydım, almaz mıydım, onu da bilmiyorum.
Bergamo’da son etkinlik dondurma… 1947’den beri açık olan bir dükkan.
Kapısındaki kuyrukta yarım saat bekledik. Ama yediğimiz dondurmaya bakınca,
değdi.
Saat 16:30
Verona’dayız… Sokaklar çok kalabalık. Meydanda konser var. Yalnız bu az biraz
değişik bir konser. Dinleyenlerin elinde de gitarlar, tefler var. Sadece
dinlemekle kalmıyorlar, çalarak eşlik de ediyorlar. Bıraksalar, saatlerce
dinlerdik. Ama maalesef bunun için vakit yok. Çünkü kapanmadan Juliet’in evine
ulaşmaya çalışıyoruz.
Resim 12: Meydan’da konser… Seyirciler de çalgıları ile konsere eşlik
ediyor…
Çok kesin olmasa da, az sonra göreceğimiz evde Juliet’in yaşadığına dair
çeşitli rivayetler var. Romeo’ya dair o kadar da bilgi yok aslında. Bütün bunlara
Shakespeare’in İtalya’yı hiç görmediğini de ekleyince, olay iyice içinden
çıkılmaz hale geliyor.
Juliet’in evi dedikleri binayı bizde gezdik. Romeo’nun tırmandığı balkonu
1940 yılında eklemişler. Bu kadar çelişkili bilginin içinde, Juliet’in
elbisesini ve şahsi eşyalarından bazılarını gördük. Doğruysa, benim gibi
ufacık, tefecik bir kadınmış.
Resim 13:Juliet’in yatağı… Küçük kızım Deniz’in yatağından ufak…
Avluda insanların aşk hakkında düşüncelerini yazıp yapıştırdıkları bir
duvar var. Bende kendi duygularımı yazdım, avludaki ağacın birbirine
sarılmış dallarının arasına sıkıştırdım.
Resim 14: Görüldüğü üzere, halimiz içler
acısı.
Saat 19:30
Verona’dan kızları çıkarmak mesele oldu. Meydanda oturup kahve içtikten
sonra, Verona’daki dükkanların hemen hepsine girip çıktılar. Birini hallettim
derken, ötekisi gitti, başka bir vitrine yapıştı. Sonunda Garda Gölü’ne
vardığımızda gayet tabii ki de güneşi kaçırmıştık.
Resim 15: Verona’nın en bi ana meydanı…
Garda Gölü kıyısında Sirmione’yi gezdik önce… Bu arada İtalyanca isimleri
aklımda tutamadığımı fark ettim. Sirmione, Simiryone, Siryone, hepsi benim için
aynı. İtalya’da yaşamak üzere hedef koyan bir insan için inanılmaz trajik bir
durum.
Resim 16:Garda gölü üzerinden güneş batıyor.
Saat 21:00
Yemeği Garda Gölü’ne uzanan bir iskelenin üzerinde yedik. Deniz mahsülleri
iyi, pizzalar berbat.
Yemeğe oturmadan önce, etrafı dolaşırken tepeye doğru yürümüştük. Burada,
romantik tatillerin bir numaraları destinasyonlarından biri olan, beş yıldızlı
bir otel var. Bahçesi o kadar büyük ki, binaları yoldan görünmüyor. İki adam
boyu yüksekliğindeki majestik çift kanat demir kapılar, oteli yoldan ayırıyor.
Gaye, bu kapıların önünde bir takım ruh hastası davranışları sergilemeye
başlayınca adamlar otelin kapılarını uzaktan kumanda ile kapattılar. Böylece
yüzümüze uzaktan kumanda ile ilk kapı çarpılmasını da yaşamış olduk.
Resim 17: Hotel Villa Cortine’in kapıları. Kapılar güzeldi ama… Şimdi
doğruya doğru.
Sirmione’de, arabamızla selfie çektirdik. İrem ‘bir daha çekelim, araba
güzel çıkmadı’ diyerek tarihe geçti.
Resim 18: Poz vermeyi beceremeyen arabamız ve biz…
Saat 01:00
Eve döndük. Bugün toplam 17.000 adım atmışız. Hem araba ile gezmek, hem de
17.000 atmak büyük başarı. Araba olmasa, herhalde 50.000 adım atacaktık.
Yalnız bu memlekette biz su bulamıyoruz. Her şeyi buluyoruz, su yok…
Gelecek bölüm:
Como gölü’nde George Clooney’i gördük mü, görmedik mi? O’nu görmediysek,
kimi gördük? Yoksa, hiç kimseyi mi görmedik…
Çok yakında…
Yorumlar
Yorum Gönder