Ana içeriğe atla

Atın beni denizlere

Dün bu umutsuz halimi gören Gaye ‘gri at’ın senden çok uzaklara gitmiş’ dedi… Ayrıca süne’m artık benimle birlikte değilmiş.

Süne, Şaman inancına göre insanın ruhu oluyor. Biz süne’yi ortadan az uzun, kahverengi, etine tombul bir böcük olarak bilirdik, ama öyle değilmiş işte… İnsanın ruhuymuş, O’nu O yapan her şeymiş…

Gerçi süne ruhsa, gri at neydi? Asıl gri at ruh diye biliyorum ben ama Gaye şimdi hem süne’yi, hem gri at’ı aynı cümle içinde kullanınca, işin içinden çıkamadım. Bir daha Asu anlatırken, can kulağı ile dinleyim bari. Gerçi bir önceki seferlerde de can kulağı ile dinlemiştim ama akıl yarım olduğu, için kafa bu kadar bastı demek ki…

Gaye benimle dalga geçti dün. Senin gri at, İtalya’da kaldı, dedi… Bende ‘bavula sokamadık, naparsın’ dedim… Permesanlardan yer kalmadı. Aman ne komik…

Gaye ile aynı duaları ediyoruz. Eğer O’nun duaları kabul olur da, benimkiler olmazsa, kendi çapımda ilk ‘kul isyan hareketi’ni başlatmaya karar verdim. Bunu Gaye’ye de söyledim. Bana ‘defol git başımdan gerizekalı. Kırkbir tane ayet-el kürsi falan oku, bir şey yap. Durduk yere beni de sakata getireceksin, dedi.

Dün köprüden geçerken Kayahan çalmaya başladı.
‘Atın beni denizlere. Yalan dünya size kalsın. Bir daha sevemem ben…’

Benim 500 sayfa blog yazısının toplamı bile, bu kadar anlamı bir arada içermiyor.

Ben bu hayatımda Adriana Lima gibi güzel, Albert Einstein kadar akıllı, Mozart ve Picasso kadar yetenekli olanların yanında, böyle güzel söz söyleyebilenlere de özeniyorum anlaşılan…

Daha fazla beslemeyin beni, derim ben. Atın denizlere… Nasılsa bir daha sevemem ben. Yalan dünya size kalsın.  Ben kendisinden gitgide soğuyorum zaten…

(İkibinonbeş senesinin Haziran Ayı’nın ikinci günü, Ataşehir Beyaz Fırın’da çay içip, arabanın servis saati gelsin de, servise götüreyim, diye beklerken yazıldı.)






Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı