Ana içeriğe atla

Mimar Mendizebal

Beni yakından tanıyan arkadaşlarım bilir, vizyona giren filmleri, yayınlandığı tarihten 20 yıl sonra seyretmek gibi bir özelliğim vardır. Ama bu yazının konusu, benim kahrolasıca özelliklerim değil. Sizin yıllar önce seyrettiğiniz, muhtemelen unuttuğunuz birkaç filmin bana hissettirdikleri…

Dünden beri üç tane film izledim; You’ve got mail, Two weeks for Love ve Terminal… Üçü de hani derler ya,  insanın yüreğini ısıtan cinsten filmler… Terminal az önce bitti. Filmlerin jeneriklerini de izlerim ben. Yirmi sene geriden gelince, böyle oluyor demek ki… Dibine kadar izleyim de, açığı biraz daha kapatayım istiyorum herhalde aklımca. 

Bugün salonda berjer koltuğumda oturmuş, ayaklarımı önümdeki İngiliz country tarzı deri sehpama uzatmış vaziyette Terminal’in jeneriğini izlerken ve filmin ruhumda bıraktığı lezzeti dinlerken, bazı filmlerin neden içimi bu kadar acıttığını, serinlettiğini, çoşturduğunu veya bana insan olduğumu diğerlerinden bu kadar farklı bir şekilde hissettirdiğini düşünüyordum.

Düşüne düşüne cevabın içtenlik olduğuna kanaat getirdim. Bu filmler bu kadar içimize işliyor, çünkü dialogları, gerçek hayatta asla söyleyemeyeceğimiz veya duyduğumuzda başa çıkamayacağımız kadar çıplak bir gerçeklik içeriyor.

Sabah yataktan kalktığımızda başucumuzda duran saatimizi kolumuza takarken, bir de maske taktığımız için, hiçbir zaman yapmacıksız değiliz aslında. Klinik psikologlar buna ‘toplumsal persona’ diyorlar. Toplumsal personalarımız bir nevi demir maske. Beğenmediğimiz özelliklerimizi önce kendimizin, sonra başkalarının gözünden saklıyor. Genel geçer değer yargılarına göre, olmamız gerektiğini düşündüğümüz insan tipini, elbise gibi kesip, biçip üzerimize geçiriyoruz. Bazen, duygu durumumuzu dalgalandıran olağanüstü hallerde, elbise dar geliyor. Mesela çok öfkelendiysek, çok sevindiysek, çok aşık olduysak, çok üzüldüysek, kılıf yırtılıyor. Yakadan paçadan kim olduğumuz görünüyor. İyi eğitilmişler ve zekiler biraz daha şanslı. Onlar kılıflarını daha ustaca taşıyorlar. Gerçekte kim olduklarını anlamak, eğitimsiz ve aptal olanlara göre daha zor.

İşin kötüsü demir maskelerimiz bir tane de değil. İş ortamında bir tane, ev ortamında bir tane, arkadaş meclisinde bir tane, çocuklarımız ile birlikteyken bir tane, sevgilimiz ile baş başayken bir tane… Şimdi maskeler ve içtenlik deyince, yazı yazarken taktığım maskemi biraz aralayıp, bari şunu söylemeye çalışayım. Bütün maskelerin içinde beni en çok hayrete düşüren, sevişirken taktığımız maskelerdir. İki insanın birbirine en yakın olduğu anda bile neden içtenlik olmaz da başka şeyler olur insanların arasında, merak ederim hep. Kadınlar estetik kaygılarla eğip büküyorlar kendilerini. Kıçının, başının, bacağının, kolunun nasıl göründüğü endişesi abuk sabuk şeyler yaptırıyor insana… Erkekler biraz daha senaryo odaklı. Akıllarına yazılmış birkaç pornografik sahne var.  O sahnelere ne kadar yaklaşırlarsa, hem karşılarındaki, hem kendileri ne kadar o sahnedeki gibi davranırsa, o kadar başarılı saydıkları için birleşmelerini, yönetmeninin ‘action ve stop’ demesi arasında kalmışlar gibi sevişiyorlar. Sevişmenin büyüsünü zaten performans olarak yazmışlar bilinç altına. Üstüne bir de oyunculuk eklenince, tadından yenmiyor tabii…

Bir gece eski kocam, koltuk altıma kıstırarak ısrarla üzerimde tutmaya çalıştığım çarşaf parçasını çekip almış ve ‘yıllardır filmlerde böyle gördüğün için, çarşafla vücudunu sarman gerektiğini zannediyorsun’ demişti. Kurduğu cümle benim için milattır. O andan sonra ne kadar becerebildiysem o kadar ayıklamaya çalıştım hayatımdaki şartlandırılmış tepkilerimi… Bana bu yolu açmasına rağmen, o başaramadı. Karşısındakini sezecek kadar zekiydi ama ne yazık ki, dönüp kendisine bakacak cesareti yoktu...

You’ve got mail’de Kathleen Kelly, Joe Fox’a şöyle bir mesaj yazar;

'Sevgili Arkadaş,
Mektuplarıma bir sohbetin ortasındaymışız gibi başlamak hoşuma gidiyor. Gerçekte birbirinin adını bile bilmeyen insanlar olmamıza ve daha önce asla gitmediğimizi iddia ettiğimiz bir sohbet odasında tanışmamıza rağmen hayattaki en eski ve en yakın dostum sensinmiş gibi yapıyorum. NY152 bugün ne yazmış diye merak ediyorum. Bilgisayarımı açıyorum ve sabırsızlıkla bağlanmasını bekliyorum.
Derken bağlanıyor ve o iki küçük basit sözcüğü duyunca sanki nefesim tıkanıyor ‘mesajınız var’… Başka hiçbir şey duymuyorum. New York sokaklarındaki bütün sesler siliniyor. Sadece kendi kalbimin atışını duyuyorum. Bana mesaj var; Senden…’

Ben bu güne kadar şirket sözleşmeleri ve iş için yazdığım mailleri de toplarsak, herhalde 2000 sayfadan fazla yazmışımdır. Ama hiç kimseye yukarıdaki gibi bir paragraf yazamadım. Hissetmediğimden değil, hissettiklerimi ifade etmekten korktuğum için yapamadım bunu… Çünkü bunu yaparsam, demir maskemi çıkarmam gerekeceğini biliyordum. Maskem çıkınca da ruhum çırılçıplak ortada kalacaktı. O zaman karşınızdakinin topa gelişine göre vuracağını kabullenmiş oluyorsunuz. Vurursa vursun lan, ne olacak… Altı üstü bir top çarpar kafama, ömür boyu merak etmekten iyidir, diyemiyoruz işte nedense…

İçimden geçenleri neden olduğu gibi söyleyemediğimi merak ettiğim bir an daha vardır hayatımda… Olaylar Meşrutiyet Caddesi’nde bir mekanda geçer. O akşam iki arkadaşım ile birlikte, Baylo’nun barı’nda oturmuş sohbet etmekteyizdir. Onlar içkilerini yudumlayıp kıkırdarken, dışarı çıkılan her gece arabayı kullanmak ile lanetlenmiş olan bendeniz cennet kuşu, kahve içerek kendilerine eşlik etmekteyimdir.

Grupta ayık olan tek kişi olduğumdan, bir süre sonra çantalarımızı ve paltolarımızı benim sol yanımda oturan adamın üzerine astığımızı fark ederim. Adama dönüp ‘pardon, biz çok yayılmışız. Şunları bir toparlayım, özür dilerim’ derim. Adam bana bakar, sorun olmadığını söyler ve sonra elini tokalaşmak için uzatarak, Pek Yakında filminde Cem Yılmaz’ın oynadığı, kafasına yeşil maske geçirilmiş Kemal karakterinin tonlaması ile ‘merhaba, ben Topçu Albay Ahmet… Siz ne işle meşgulsünüz’ der… O adama ‘Ben de Mimar Mendizebal. Bu arkadaşım Mandrake, diğeri de Kızıl Maske’ dememiş olmam, halen kişisel hayat muhasebesi bölümünde pişmanlık hanesinde yazar.

Bu konuşmadan aylar sonra, yönetim kurulu üç kardeşten oluşan bir şirket için yaptığımız bir otelin koordinasyon toplantısında, küçük kardeş tarafından çatıya, ortanca abla tarafından bodruma, en büyük abla tarafından bahçeye çıkarılmak sureti ile Haymana Beygiri gibi dolaştırılan 6 adet klima santralinin nereye konulacağının aslında benim sorunum olduğunun söylenmesi üzerine ‘ne yapıcam ben bu klimaları, g….me mi sokucam’ diyerek aşırı bir içtenlik sergilemem de başka bir pişmanlık hanesinde yazmaktadır ya neyse…

Victor Borge ‘gülmek iki insan arasındaki en yakın mesafedir’ der… O yüzden birlikte gülebildiğim insanları çok önemserim ben… En yakın dostlarım, sırdaşlarım, benim için önemli olan bütün insanlar, birlikte gülebildiklerim arasından çıkmıştır zaten. Çünkü maskeniz varken ağlayabilirsiniz ama maskeniz varken gülemezsiniz. Dar gelir, acıtır… Bir yerde illaki çıkarmanız gerekir. Gülerken de çıplaktır insanın ruhu… Bu yüzden kadınlar kendilerini güldüren erkeklere aşık olurlar. Bende sıradan bir kadın olarak, bugüne kadar hep beni güldüren erkeklere aşık olmuşumdur mesela. Ama sıradan erkekler, kendilerini güldüren kadınlara aşık olmazlar. Bir erkeğin kendini güldüren bir kadına aşık olabilmesi için bayağı özel bir parça olması gerekir. Benim aşk hikayelerimin hep hüzünle bitmesi de bu yüzdendir işte…

You’ve got mail’de Joe Fox, Kathleen Kelly’e; ‘Eğer sen Köşedeki Dükkan ben de Fox Kitapçılık olmasaydım, karşılaştığımız zaman numaranı isterdim. Hatta aramak için ertesi günü bekleyemezdim. Yemek, kahve veya bir ömrü beraber geçirip geçirmeyeceğimizi sorardım sana’ der… Gerçek hayatta böyle bir dialog duymak hiçbir kadına kısmet olmamıştır. Duysa dahi bunun altından kalkacak cesareti olanı zaten analar doğurmadığından, aslında fazla bir şey kaybetmiş de sayılmayız.

Yazı yazmak o yüzden güzeldir. İnsan yarattığı dünyada, kahramanlarına istediği şeyleri söyletebilir. Mesela benim kahramanlarımdan biri şöyle dedi dün akşam karşısındaki adama;

‘Bana öyle veya böyle bir ilgin olduğunu biliyorum ama bunun benim hayal ettiğim gibi deniz kenarında küçük, tek katlı taş bir evin verandasında, birimiz yazı yazarken, birimiz kitap okurken, gün batımında içilen birer kadeh şarap ile, birlikte yaşlanmaya gitmeyeceğini de biliyorum. Yüreğim bu yükü artık taşımıyor. O yüzden tek taraflı senden ayrılıyorum. Bu arkadaşlıktan benim hisseme düşen alanı terk ediyorum. Bundan sonra hayatında olmayacağım. Ne dostun, ne arkadaşın, ne de başka bir şeyin olarak....

O zaman bunu neden bana söylüyorsun, dedi... Dönüp arkanı gitseydin... Bir daha aradığımda telefonunu açmazdın, olur biterdi...

Sana anlatmasaydım, yaşadıklarımın bir anlamı kalmazdı, dedim. Bir insanı sevmeye ondan habersiz devam edebilirsin ama haberi olmadan biteremezsin. Bitmesi için bilmen gerekiyordu... Bu sevda küfesini sırtımdan indirirken, senin de orada olman lazımdı. Bundan önce binlerce kez yere koydum, bu karşılıksız aşk yükünü... Umutsuzca kaç kez uzaklaştım senden biliyor musun? Sonra bir gece ansızın, koşup geri aldım seni yüreğime... Çocuğunu parka terk edip giden bir anne gibi geri döndüm... Her geri gelişimde, annenin çocuğunu gördüğü için ölümüne sevinmesi gibi, içimde daha da büyüdü sevdan... Ama şimdi sen bilince her şey farklı olacak. Issız sokaklardan koşarak gelip, hayalini bıraktığım yerde arayamayacağım... Çünkü sadece bana ait değil artık... Paylaştık. Giderken, ister istemez, onu da yanına alacaksın. Ve ben yeniden özgür olacağım...’

Gerçek hayatta olsa gak, guk’tan öteye gitmeyecek dialog, kağıda yazarken ne hale geliyor gördünüz mü? Bir gün bu sürreal şeyler bir araya toplanacak, matbaada basılacak, kenarları ciltlenecek ve kitapçının rafına çıkacak. Gidip, yirmi lira verip kitabı alacaksınız. Ve okumayı bitirdiğinizde, kadının söyledikleri içinize işleyecek. Hatta o kadar içinize işleyecek ki, kitabı kapatıp kollarınızla iki yandan sararak göğsünüze bastıracak, bir süre öyle oturacaksınız.

Ben de o sırada kitaptan gelen para ile, yemek yemeye gitmiş olucam. Deniz kenarında bir masada, yüzüm batan akşam güneşine dönük, önümde soslu bonfile tabağı ve kadehimdeki şarabımla uzaklara bakıp bakıp dalıcam. Yazdıklarımı söyleyemediğim için, derinleşen pişmanlığım, iç geçirtecek bana sık sık… Yemek bittiğinde hakim duygum ‘hayatta böyle bitiyor işte’ olacak… Garsona ‘oğlum söyle arabamı getirsinler’ deyip, sapından tuttuğum çantamı Pazar poşeti gibi sallayarak kapıya doğru yürüyeceğim. Vale’den anahtarlarını aldığım arabam, beni evimin yalnızlığına götürecek yine…

Üstelik bu iyi senaryo… Bunun bir de kitabın tutmadığı, satmadığı, hatta basılmadığı versiyonları var…

Daraldım valla… Hadi dağılalım artık…


(İstanbul’da, yeni evde, ikibinonbeş senesinin Haziran Ayı’nın yedinci günü, oy kullanmadan geldikten sonra, bin bir sıkıntı içinde sandıkların kapanmasını ve ilk sonuçların gelmesini beklerken yazıldı.)












Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı