Ana içeriğe atla

Elini Feet Yap Bakıyim...

Geçenlerde bir arkadaşım ‘Gülfem senin evini ararken 155 polis imdat’ı arıyor hissine kapılıyorum. Kızım bu ne kadar olay, ne kadar aksiyon’ dedi... Bende ona ‘peki sizin hayatınızda böyle şeyler olmuyor mu’ diye sordum. Olmuyor, dedi... nasıl olmuyor? Hiç mi olmuyor ...  Yani sabah yataktan kalkıyorsunuz ve yatana kadar sıradışı hiçbirşey olmuyor, kimse ile sıradışı bir dialoga girmiyorsunuz veya sıradışı birşey görmüyorsunuz... peki  bu nasıl oluyor, açıkcası ben de bunu anlamadım...
Doğmadan önce evrenle çeşitli anlaşmalar yaptığımız söyleniyor. Şahsen nasıl bir anlaşmaya imza attıysam, hayat her daim 'lunapark'ta bir gün' kıvamında... Misal şu son Libya seyahati... Bizim işimizle uğraşanlar için son derece sıradan, kendi halinde ve alışılmış bir iş gezisi olacağına, benden ötürü mü, yoksa olacağı vardı da ondan mı bilinmez, kum fırtınasına yakalanmamız sebebi ile başka birşey oldu....
Bu tip seyahatlerin genel çizgisi şudur:  Geziye katılan kişilerle havaalanında buluşulur. Check-in, pasaport, lounge, uçak... gidilir, gelinir... ama şimdi işin içinde ben varım ya, kırk kere bu şekilde gidip gelen kafile artık kesinlikle bu şekilde gidemez.. Nasıl gider anlatayım...
Efendim sabah havaalanına geldik, check-in yaptırdık, pasaport kontrolünden geçtik, lounge’a gittik, bekledik, uçağı anons ettiler, bindik, havalandık... buraya kadar sen sağ ben selamet.. Uçak nispeten boştu. Herkes bir yana yayıldı ve uyumaya başladı.
Ben maalesef yolculuklarda uyuyamam.  Yolun uzun veya kısa olması fark etmez. Genellikle uyumadan gider gelirim.  Çok yorgun ve uykusuz olup bayıldığım birkaç seyahatimi saymıyorum... ama onlarda uyku değil dediğim gibi, baygınlık... yarı narkoz, yarı koma durumu...
Uyuyamanın da kendine göre  güzel tarafları vardır. Mesela az önce sizinle binbeşyüz havayla konuşan adamın ağzı açık horladığını görmek bazen eğlencelidir. Vakitsizlikten okunmayan kitapları veya e-mail’leri okumaya vakit kalır falan filan... Ben bu seferde uyumadım ya, fırsattan istifade sistem raporlarını okuyordum. Dalmışım ve inmemiz gereken saati bir saat aştığımızı fark edememişim. Meğer uçak havada tur atar dururmuş... Bir anonsla kendime geldim ‘sayın yolcular, kaptan konuşuyor.. Tiripoli’de kum fırtınası sebebi ile görüş mesafesi 200 mt’ nin altına inmiş durumda... bu durumda Binghazi’ye divert ediyoruz. Gelişmeler hakkında sizi bilgilendirmeye devam edeceğiz’...
Bütün uçak anında uyanıyor... Herkes cin gibi... Önce suskunluk, sonra uğultu.. O sırada yanımızdan geçen kabin amirini yakalıyorum. Soru aynı ‘ne oluyor’... Adamcağız diyorki; ‘yakıtımız tükeniyor, o yüzden inmemiz lazım. Kaptan önce Malta diye düşündü ama şimdi Binghazi’ye gidiyoruz’... aaa neden Malta’ya gitmedik, hadi Malta’ya gidelim... Adamcağız görevinin el verdiği kadar ters bir şekilde bakıyor bana. O sırada arkadaşlarımdan biri ‘ama bizim toplantımız vardı, ne olacak şimdi diyor’...  Kabin amiri ‘hanımefendi, şu uçak yere sağ salim bir insin, toplantıyı sonra düşünürsünüz’ deyip gidiyor... Adam haklı, koyun can derdinde, kasap et derdinde...
Binghaziye indik... Binghazi havaalanı bir pist ve bir kuleden ibaret... ne terminal, ne bekleme binası, hiçbirşey yok... Pisti ve içine indiğimiz mahalleyi bir sıra tavuk teli ayırıyor. Uçak geldi, dolmuş durağının arkasına park etti... Çitin bir yanında uçak, diğer tarafında dolmuş bekleyen insanlar...
Libya’lılar hemen kapılara koştular. Adamlar memleketlerine geldi. Haklı olarak aşağı inmek istiyorlar... ama ne mümkün... Libya polisi izin vermiyor. Siz Tripoli’ye gidecektiniz, ne işiniz var Binghazi’de... burada inip ne haltlar karıştıracaksınız bakalım, tarzı bir dialog ve kavga var... Libya’lılar bir ara, bir yarma harekatı ile uçaktan çıkmayı deniyorlar ama geri püskürtülüyorlar..
Bu arada biz Türk’lerin keyfi yerinde... Ortam bir anda kokteyl ambiansına bürünüyor. Elimizde drinklerimiz, koltukların kollarında oturuyoruz. Herkes ya mimar, ya mühendis... Derhal ahbap oluyoruz... Şantiyelere sürekli gidip gelenler bilir, lounge’dan çıkarken çantalara bir miktar yiyecek koymak adettendir. Gerçi oradaki görevliler ters ters bakarlar ama yapacak birşey yok, gittiğiniz yerde ne ile karşılacağınızı asla bilemezsiniz. Benim çantamda da bu anlayışla alınmış birkaç tane sandviç var... tanesini 20 liradan satmayı teklif ediyorum. önümde oturan mühendisler, şantiyeye hediye götürmeyi planladıkları baklavaları çıkarıyorlar... bir sandviçe iki dilim baklava teklif ediyorlar...
Orada yaklaşık beş saat bekliyoruz. Moralimiz yerinde ama açlık başa bela... Osman’a yaklaşıp sessizce, sandviçleri yiyelim mi, diyorum. Osman bekleyelim, diyor.. ne olup olmayacağını henüz bilmiyoruz. Hostes her ‘acıktık’ dediğimizde elindeki çuvaldan ortama fındık serpiyor... içim dışım fındık oldu. Bu arada rejim yapıyorum diye yemediğim öğle yemeğim gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Neymiş, yolculuklarda yemek bulununca yenecekmiş, rejim evde yapılacakmış.
Sonunda beklenen anons geliyor: ‘sayın yolcular, kaptan konuşuyor... Az sonra Binghazi’den ayrılıp, Tiripoli’ye inmeyi tekrar deneyeceğiz. Başaramazsak İstanbul Atatürk Havalimanı’na  geri döneceğiz’...
Yakıt ikmali yapılıyor ve havalanıyoruz... Tiripoli’ye vardığımızda şehir namına hiçbirşey görünmüyor. Sadece bir kızıllık... Uçuşan kumların kızıllığı. Ve uçak ani bir sarsıntı ile o kum bulutunun içine giriyor...
Osman’la yanyana oturuyoruz. Yüzünde her zamanki tevekkül ifadesi... ‘ne yapalım Gülfem, kader’ diyor.. Tamam kaderde, bu nasıl kader...  O sırada koridorun diğer tarafında oturan proje liderinin sesini duyuyorum ‘arkadaşlar buradan kurtulursak, sizi Kaşıbeyaz’a götürücem’...  Önümüzdeki mühendisler ‘abi kanatçı Haydar’a gidelim, o da iyidir’ diyorlar... Bu ortamda bile espri yapabilmemiz güzel birşey aslında...
Giderek sarsıntı artıyor. Artık espri yapacak halimiz falan kalmadı. Yıllardır hatırı sayılır miktarda uçağa bindim. Sarsıldığımız zamanlarda çok oldu ama açıkcası böylesini görmedim. Mimar arkadaşlarımdan biri o sırada çantasını çapraz boynuna geçirmiş. Nasıl olsa düşecek bu uçak bari kimliğim kolay tespit edilsin diye...
Uçak hızla alçalıyor. Burnu aşağıda, resmen dalıyor...  Osman camdan bakıyor ve ‘bin feet yukardayız’ diyor... allahım, nasıl bin feet yukardayız. Bu demektir ki; iki dakikaya çakıldık gitti... O sırada aklıma Osman’ın bilgisini sınamak geliyor: ‘Os, elini bir feet yap bakıyim’...’ Yapamıyor, Oh allahım çok şükür, demek ki endişeye mahal yok...
Camların dışından uçuşarak kızıl çöl kumları geçiyor... Pilotun sesini tekrar duyuyoruz ‘kabin ekibi arkadaşlarım iniş için yerlerinize’...hangi ekip, ne ekibi... o sırada arkadaşlar muhtemelen arkada birbirlerine sarılmış salavat getiriyor, neticede onlar olayın bizden daha çok farkında  ama olsun, anons adettendir... Sonra diğer sıralı anonslar başlıyor... masaları kapatın, koltukları dik hale getirin, kemerleri bağlayın... güzelim biz o kemerleri bağlayalı ne kadar oldu senin haberin varmı? Kemerler açık olsa çoktan kokpitin kapısına yuvarlanmıştık...
Aklıma çocuklarım geliyor. Çok şükür burada değiller ve çok şükür uçakta çocuk yok, diye düşünüyorum..  Ödleri patlardı sabilerin...
Neyse uzatmayım, sarsıla sarsıla pisti buluyoruz... Paldır küldür iniyoruz... Tornistan’da tuttu, tamamdır, oldu bu iş... O sırada uçakta bir alkış kopuyor. Aslında bende alkışlamak istiyorum ama cool’uz ya, ben böyle ne fırtınalarda indim, hatta birgün hiç unutmam... şeklinde bir havamız varya, alkışlayamıyorum tabii.. ama alkışlayanlara yürekten katılıyorum..
Havaalanından çıkışta bizi şöförler  karşılıyor. Öyle canı gönülden hoş geldiniz diyorlarki; onların da çok korktuğunu anlıyoruz.  Bu arada ben sürekli konuştuğum için ağzımın içi gıcır gıcır kum doluyor. Hiç değilse arabaya binene kadar sussam ya...  yok olmaz, illa konuşulacak...
Şantiyeye vardığımızda büyük bir sevinç dalgası yüzümüze çarpıyor... Ağaçlardan kerteriz alarak bekledik sizi, diyorlar. Ağaçların yaprakları yerden 1 mt kalkınca, anladık inebileceğinizi... Kahveler, çaylar geliyor... Kamplar bize memleket gibidir. Ha İstanbul, ha Tiripoli’deki kamp... O yüzden şimdiden evde gibiyiz...
Ben erken dönüyorum. Kardeşimin düğünü var. Osman iki gün sonra geliyor. Arkamdan dedikodu almış yürümüş. Aynı evde kaldığımız kız, iki günlüğüne geldi, üç bavul getirdi demiş... Bak şimdi... O bavulların ikisi boştu, samsonite kampanya yapmıştı, free shop’tan aldım ben onları, demek istiyorum ama artık çok geç.. Neyse bir sonraki gidişimde derim artık...
O bavullar şu anda Kayseri gezisi için doluyor...  Allah bizi saklasın, sağ salim gidip gelmek nasip etsin... Ama olaysız olmaz... En azından ben varken olmaz. Dönünce yazarım... Hemen akabinde de bir parti var, fırsatı olanları pide ve pastırmaya beklerim...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı