Ana içeriğe atla

Hamam



Telefonum çaldı. Açtım. Karşıdaki ses;
‘Gülfem, Üsküdar’da bir hamam var. Çinili Medrese’nin içinde... Kösem Sultan yaptırmış. Mimar Sinan’ın talebesi Kasım Ağa’nın eseri... Çift kubbeli, biblo gibi minicik bir bina... Üç bloktan oluşan külliyenin güneybatı kanadında...  Üslup,  döneme ait... Biz Perşembe gidiyoruz, sen de gelir misin? diye sordu.
Davete bakar mısınız? Mesleki deformasyon dedikleri bu olsa gerek. Davetin içinde tarih var, üslup var, Sinan var. Sinan deyince mimar kısmında akan sular durur. Mecburen kalktık gittik.
Kösem Sultan hamamı, medreseyi yapan işçiler yıkansın diye yaptırmış. Ama yine de hem kadın, hem erkek bölümü var. Tarih içinde alışılagelmiş negatif ayrımcılık gereği, erkekler bölümü büyük ve şadırvanlı, kadınlar tarafı bizim evin salonundan az daha büyükçe, kendi halinde bir yapı... Alıştığımız SPA’lardan  çok farklı, geleneksel bir Türk hamamı. Bakımsızlık ve yanlış restorasyonun izleri de  tarihi bir Türk binasına yakışır  boyutlarda. insanın içi acıyor, hele de serde mimarlık varsa...
Hamamın girişi iki katlı... Alt katta soğukluk, galeri katında ise giyinme odaları var... Kapıdan girince görülen manzara; oturmuş çay içen natır kadınlar. Erkenciyiz, bizim gibi birkaç hamam sevdalısından başka kimse yok. Ablalar hepimize birer anahtar veriyorlar, galeriye çıkıyoruz.
Soyunma odaları birbirine bakıyor ve kapıları yarıya kadar şeffaf cam. Yani diyeceğim odur ki; mahremiyet sıfır. Saklı gizli giyinmenin imkanı yok. Zaten etrafımızdakilerin öyle bir çabası da yok. Natırlar  yarı çıplak, müşterilerin dünya umurunda değil... Ama biz alışık değiliz ya, hala kasmaktayız...
Odalardan çıktığımızda yıkanmaktan çok komşuya mevlüde giden kadınlara benziyoruz... Hele ben, iyice kapandım. Az evvel giydiğim etek dizime kadardı, şimdi bornozum yerleri süpürüyor...
Hamamın yıkanma bölümüne girdik. Ortalık bildiğin cehennem... Buranın müdavimleri, ‘Erken gidelim, o zaman nispeten serin oluyor’ demişlerdi. Serin hali buysa, sıcak hali kim bilir nasıl? Ben zaten ayak parmağımdan, boğazıma kadar örtülüyüm. Deli olmak işten değil. Terler şakır şakır akıyor. Arkadaşım dürttü ‘Kızım çıkarsana sırtındakini’... Doğru ya,  çıkarmak lazım. Böyle yıkanacak halim yok...
Hamamın içinde üç kurnalı odacıklar var. Bir tanesini saunaya çevirmişler. Hint filmlerini aratmayan bir ortamda, ayrıca saunaya neden ihtiyaç duyulduğu ise ayrı bir muamma. Girenler, çıkınca ‘Dünya varmış’ desinler diye herhalde... 
Bornozumu duvardaki çiviye astım ama hareketlerimde halen bir tutukluk var. Allah'tan arkadaşlarım olaya hakim... Hemen maskeler, peelingler, ponzalar çıktı... Bende beyaz sabunla şampuandan başka bir şey yok. Çıkardıkları malzemeyi kullanacak görgü de yok...  Başladılar tarif etmeye;
‘Bu yüz için kil, bu ayak için tuz, bu vücut için peeling, bu yüz için nem maskesi, bu vücut için yenileyici bakım, bu göz çevresi onarıcı bakım, bu saç dökülmeyi önleyici maske, bu saç derisine derinlemesine bakım, bu üçü bir arada nemlendirici, bu vücut için nem dengesini sağlayıcı bakım, bu gözenek açıcı, bu gözenek kapatıcı, bu da İsrail'de ki ölü denizden wasabi maskesi...'
Ben olaydan o kadar bihaberim ki; gözenekleri sonradan kapatacaksak, önden neden açıyoruz diye sormak istiyorum, onu bile beceremiyorum... Allahtan kızlar anlayışlı, 'Sen merak etme' diyorlar, bize bak, biz ne sürersek, sen de onu sür...
Kil maskesi ile başlıyoruz. Onlar otomatiğe bağlamışlar, gözler kapalı, sürekli bir şeyleri sürüp sürüp yıkıyorlar. Benim halim tam rezillik, gözüm açarsam, maske kaçıyor, kaparsam sırayı şaşırıyorum...
İkinci aşama keselenme ve köpük masajı... Bu arada hamam kalabalıklaşıyor... Komşu teyzeler gelmeye başladı... Yaş ortalaması yetmiş, yetmiş değilse altmış... O da gelenlerden ötürü değil, bizden ötürü... Hamamcı ablalar bizi genç kız sanmışlar. Kıyasladıklarını görünce insan bunun haksızlık olduğunu anlıyor. Biz o teyzelere bakarak süt çocuğu bile sayılabiliriz.
Kese ve köpük olayından sonra, vücut maskelerine geçtik. Elimizde yeni bir mamül var; wasabi maskesi. Wasabi, wasabi... Ben bu adı bir yerden hatırlıycam ama nerden... Maskeyi getiren arkadaşım anlatıyor;
‘Tezgahtar hanım dedi ki, elinize şöyle bolca alın, bütün vücudunuza sürün’... 
Bizde aynen öyle yapıyoruz... Kızlardan biri ‘bu ısınıyor’ demeye kalmadan, tüm vücudumuzda bir yanma başlıyor ki, anlatılır gibi değil... O anda wasabi’nin ne olduğu aklıma geliyor. Sushi’leri batırdığımız acı sos değil miydi bu? Hangi aklı başında insan evladı bundan vücut maskesi yapar? Veya biz bunu hangi akılla sürdük? Kadın milletinin güzelleşmek uğruna yapmayacağı şey yok, Allah da bizi nasıl bilirse öyle yapsın...
O dakikadan sonrası perişanlık... Sıcak su musluklarını kapattık, soğuk suları açtık.. Başladık kafamızdan aşağıya buz gibi suları dökmeye... Kurnalar doldu doldu boşaldı, ama nafile... Suyu döküyoruz, yanma hissi geçer gibi oluyor ve sadece 2 saniye sonra tekrar kavrulmaya başlıyoruz. Ben böyle bir üşümek görmedim, bir şey değil hasta olucaz. Derken, aklımıza yeniden sabunlanmak geldi, denedik, olmadı.. Şampuan sürelim belki geçer, yok kardeşim geçmez... Peki bebe şampuanı... Haydi kızlar çıkmadık candan umut kesilmez... Yok, yok, yok... Sonunda Allah halimize acıdı, verdiğimiz bir şeyler galiba karşılık geldi de, ‘Limon esanslı, derin deniz tuzlu, nemlendirici ve yatıştırıcı vücut maskesi’ imdadımıza yetişti..  Acı hissi önce azaldı, sonra yok oldu... Ama bizde bizlikten çıktık. Sonrasında da ihale üstüme kaldı ‘Vay efendim Kösem Sultan hakkında ileri geri laf etmişim de,  onun için çarpılmışız da...' Hepsi benim kabahatim, o maskeyi alıp gelenin, bilir bilmez övenin, tavsiye edenin hiç kabahati yok...
Canımızın acısı geçince aklımız tekrar başımıza geldi. Geliş amacımızı hatırladık, kalan son yirmi maskeyi de sırasıyla uyguladık,  durulandık ve soğukluğa geçtik...
Soğuklukta gazoz içiliyor. O arbedenin üstüne hepimize çok iyi geldi. Biraz dinlendik, sonra giyindik ve turistlerin gelmeye başladığı saatlerde kubbe ‘Hello, hello, welcome’ sesleri ile çınlarken biz çıktık.
İkinci durağımız Kuzguncuk... Deniz kenarında kahvaltı edip, çay içicez. Arabayı mahalle fırınının önüne koyduk. Fırıncı çocuk dükkandan çıktı 'Kaldırın arabanızı buradan, bir üst sokağa koyun' dedi. Sebep; ekmek kamyonu gelecek, ekmek yükliycez... Ben tam ağzımı açtım, arabanın sahibi olarak bir şey söyliycem, belki tumturaklı bir iki laf edicem... Bizim kızlardan biri gitti, çocuğun yüzüne baktı 'Ha o sokak, ha bu sokak... taşısan ekmekleri ne olur, ne fark eder ki ’ dedi. Vallahi de, billahi de böyle dedi. Eğer uyduruyorsam şuradan şuraya gitmeyim. Nasıl ne fark eder yahu? Adam arabayı alın, başka sokağa koyun diyor, kamyon gelecek, yükleme yapılacak, diyor. Bu nasıl bir mantıktır, ha o sokak, ha bu sokak, taşıyıver,  ne fark eder demek, ne demek...  Ben 'Şimdi kovalayacaklar bizi' derken çocuk düşündü, peki dedi, döndü arkasını gitti.
Ağzım bir karış açık kaldı. Yahu dedim adamı buna nasıl razı ettin? Arkadaşım ‘Benim iki oğlum var dedi, bir de kocam... Üç erkekle yaşıyorum ben, kolay oldu’.
Programın gerisi keyif... Kahvaltı, çay, kahve, fal... Oradan buradan laflarken öğleyi ettik. Tekrar arabanın yanına geldik. Ama son bir vukuat daha olmazsa olmaz. Fırının yanındaki kahvenin ocakçısı kendi arabasını getirip, bile isteye benim arabama yaslamış. Akılları başlarına sonradan gelmiş, intikam alacaklar... Bir nevi erkek dayanışması... Cakalı cakalı sordu; 
‘Nasıl, arabada bir şey var mı?’ 
'Canın sağ olsun' dedim. Senden kıymetli mi? 
Kıpkırmızı oldu. 'Abla kusura bakma, biz şey, sandık ki, pardon abla ya... Ne zaman istersen gel abla, her zaman yerin hazır’... Çekti arabasını, yol verdi, çıktık.
Arkadaşım dedi ki; Bu erkekleri anlamıyorum. Neden sürekli kaybetmeye mahkum oldukları iddialara giriyorlar?
Hak vermemek mümkün değil. Kadınların karşısında, salt güç göstermek adına, sonunu getiremeyeceğin eylemlere ne demeye kalkışırsın ki... Erkeklerin kadının feraseti karşısında varlık göstermesi gerçekten mümkün değil, ya da bu Kuzguncuk esnafında bir acayiplik var...
Nostaljik şarkıları dinleyerek geri döndük. Gerçekten güzel bir gün oldu. Tenimiz kırk yılın ardından yeniden bebek poposu kıvamına geldi. Wasabi’nin faydası da yok değilmiş hani... Mesele acısına dayanmakta...
Bu günün üzerimizde bıraktığı maddi, manevi rahatlama ve arınma hissinin bil hakkın tanımını yapabilecek kabiliyet maalesef bende yok. Bir de kabiliyetten bağımsız 'Hemingway mezarından çıksa yazamaz' türünden şeyler var ki, onları da yüz yüze gelince anlatmaktan başka çare yok.. Bir sonraki pide partisinde anlatırım kısmetse... Ama bende akıl yok, belki unuturum. Unutursam ‘don’ deyin, o zaman hatırlarım....


Yorumlar

  1. Bir arkadaşın kızlar ben yanıyorum galiba diyen sesini ve sonradan topluca ısınarak yanmamızı,gene başka bir arkadaşın erkekler kahvesine dalıp hesap sormasını hiç unutamayacağım ve fakat galiba kuzguncuk esnafı bizi hiç unutamayacak:))
    Amma işin özü o 347 yıllık canım hamam elin gavurunun elinde olsa adını hammam yapar spa diye pazarlar,artı iki tane pembe tül attırır,bir iki de mum,spa taşı,tütsü koyar o hammama da değer biçilmez yani bu zamanda 5tlye masaj,5tlye kese ve bedava otopark hizmetini almak acaba bizim emek ve tarihi eser değerini bilmememizin bir sonucu mu???

    YanıtlaSil
  2. Bilmediğin işlere niye girersin ki acaba?
    Wasabi :)))))))

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı