Ana içeriğe atla

Ye, Dua Et, Sev...

Geçen hafta ‘Ye, Dua Et, Sev’ i izlemeye gittik. Tam bir ‘damdan düşenin halinden,  damdan düşer anlar’ filmi...  Kadın benim hissettiğim herşeyi yazmış... Dolayısı ile benden beklediğiniz kitap suya düştü... Filmin orta yerinde arkadaşım ‘doğru cümleleri bulmuş’ dedi... Kesinlikle haklı...  Durumu tanımlayan bütün doğru cümleler o filmde toplanmıştı... Bu yüzden birçok yerde ikimizin de yüreğine işledi. Bazı yaralarımızın kabukları kalktı, bazılarına merhem sürüldü... Karışık  işler yani...
Ye, Dua et, Sev... Adından da belli, kahramanımızın hayatın üç temel aşamasından geçişini anlatıyor. Birincisinde yemek yemenin önemini, ikincisinde  dua etmenin gücünü ve içsel dengesini kurmayı, üçüncü ve son aşamada ise, bu dengeyi aşk uğruna bozmayı öğreniyor...
Filmi kadınlara şiddetle tavsiye ederim. Mutlaka gidin ve görün... Ama asla yanınızda bir erkekle gitmeyin. Bu kadınlar arasında birşey.. Gerçi  bu filmi bir erkekle izlemek hatasına düşmüş bir kaç kadın da yok değildi sinemada... Onlarda iki saat boyunca yüzlerinde ‘hah işte bu angutta  bana aynısını dediydi’ veya ‘hayatım beni bilirsin asla böyle bir kadın değilim ben’ ifadesi ile oturdular.
Filmin en güzel tarafı rejim konusuna bakış açısıydı. Julia Roberts pizza yerken şöyle dedi: 'bir erkeğin önünde soyunduğum zaman, asla beni  göbeğim yüzünden bırakıp gittiğini görmedim’...  
Bende kendi adıma konuya bu kadar gerçekçi bakan bir yaklaşım görmedim. Her ne kadar biz kadınlar zayıflamanın sağlık için faydalarından bahsedip ‘estetik benim umurumda değil aslında, kolesterol damar çeperlerimi daraltıyor, ben onları genişletmenin peşindeyim. Şu trigliseridler olmasa ne işim olur benim rejimle falan’ gibi havalara girsekte gönlümüzün derinliklerinde bizi seven veya gelecekte sevmesini umduğumuz adam tarafından beğenilmek arzusu yatıyor. Bunun için zayıflıyoruz, bunun için saçlarımızı boyatıyoruz, bunun için kaşlarımızı alıyoruz v.s. v.s..  güzelleşmek için yaptıklarımızın tamamını yazmaya kalksam, bu yazı başka bir yöne gider, onun için şimdilik bunu yapmaktan vazgeçip konuya dönmek en iyisi...
Biz kadınlar lokmaları saya saya yerken, uğrunda bu kadar eziyete katlandığımız erkekler ne alemdeler acaba... ‘Tam sevişmek üzereydik, göbeğimi fark edince beni bıraktı, gitti...’ diyen varsa allah aşkına söylesin. Yemin ederim adını asla açıklamam. Ayrıca böyle bir itiraf gelirse bu hepimiz için fevkalede mutluluk verici birşey olacak, çünkü yıllardır çektiğimiz eziyetler bir anlam kazanacak. Aksi takdirde kendimizi  boşu boşuna açlıkla terbiye etmiş olacağız...
Filmin ikinci önemli mesajı harekete geçmekle ilgiliydi.  Alışkanlıklar uğruna istenmeyen durumlara devam etmek veya etmemek... Şimdi böyle yazınca çok sıradan görünüyor biliyorum... ama boşanmış veya ilişkisini bitirmiş, işinden ayrılmış, ailesini terk etmiş veya hayatında yürümeyen her ne varsa bitirip, yeni bir sayfa açmış insanlar için anlamı çok derin bir cümle... alışkanlıkların güven veren ortamından çıkmak ve bilinmezliklere yelken açmak... Bu da çok sıradan oldu... ama maalesef tanımlayacak çok fazla kelime yok elimizde.. Ben kendimi havalanmış bir uçağın kapısından aşağı bakar gibi hissetmiştim. Sırtımda bir paraşüt vardı ama açıp açamayacağımı bilmiyordum. Birkaç kez kapıya kadar geldim ve geri döndüm. Her geri dönüşümde ‘allahım az kalsın atlıyordum, çok şükür atlamadım’ diye düşündüm. Ama birgün geldi, o kapıdan ayağımı attım ve kendimi boşluğa bıraktım... Aaaa o da ne, ayağım ilk adımda toprağa bastı. Meğerse uçağın açık kapısında duruyormuşcasına çaresiz ve geri dönülmez durumum benim aklımın eseriymiş. Ortada ne uçak varmış, ne de atlanacak bir boşluk... Kararlı olunca ayaklar toprağa değiveriyormuş...  Veya benimki öyleydi... Sonuçta aynı dünyada yaşıyor olsakda hepimizin gerçeği başka... Ama esas olan, yürümeyeni bırakıp bilinmeze yönelebilecek cesareti bulmak galiba...
Filmin kronolojisine göre önce yürümeyen ilişkilerden kurtulmak gerekiyor, sonra yemek üzerinde uzmanlaşılıyor. Biz şükür yürümeyen beraberliklerimizi geride bıraktık. Hem kendimizi hem birlikte olduğumuz insanı bu delilikten kurtardık. Ayrı yapamamanın ama birlikte de olamamanın deliliğinden... Yemek desen master degree... Eksper sayılabiliriz.. Bu güne kadar o kadar yedik, o kadar yedik ki, yani o kadar olur. Bu konudaki bütün olasılıkları biliyoruz. Her türden yiyeceğe aşinayız ve dünyanın neresine gidersek gidelim aç kalmayacak bir damak tadına sahibiz.  Dolayısı ile birinci aşamayı tamamladık...
İkinci aşamada dua faslı var. Dua etmenin gücü, Tanrı’yı her daim dünyevi hiçbir zevkten mahrum olmadan hissetmek, yaşamak ve yaşatmak. Julia Roberts bunu öğrenmek için Hindistan’da bir aşrama gitti. Orada sefil ve perişan bir vaziyette, sabahtan akşama yerleri silip, elleri ile yemek yiyerek dört ay geçirdi. Arkadaşım bu dünyada çoban yıldızından ve otellerin kapısındaki beş yıldızdan başka yıldız tanımaz. O’nun için bu işler hiç ona göre değil. Ben daha gani gönüllüyüm ama sabah akşam yer silemem doğrusu... Bunu söylediğim zaman bana döndü ‘ama pide partilerinde bize her türlü işi yaptırıyorsun, naber’ dedi... İnsanoğlu bir tuhaf... yahu ben size ne zaman yer sildirdim.. Bulaşıkları yıkadığınız, sofra kurup kaldırdığınız, kavun veya peynir kestiğiniz, çöpleri attığınız, hatta bazılarınızın aşçılık yaptığı doğru ama, o Hindistan’daki sefil aşram nere, benim her türlü konfora haiz leb-i derya evim nere... anlayamadım yani...
Üçüncü aşama en güzeli.. Julia burada hayatının aşkını buldu... Yani aşkı bitene dek... Bugüne kadar yaşadıklarım bana ölümsüz aşk diye birşey olmadığını öğretti. Yarım kalırsa, bir ihtimal... ama yaşanırsa, tükeniyor... Neyse sonuçta kadın, yaşayıp tüketene kadar, hayatının aşkını buldu...  Burada da kararlı ve güçlü bir erkek vardı her zaman olduğu gibi... Geldi, ısrar etti, kadını aldı ve gitti... Hatta ilk beraberliklerinden önce, elinden tuttu, ayağa kaldırdı ve ‘vakit geldi’ dedi.. Şimdi burada  bir çelişki var, farkındayım. Bu kadar özgürlük meraklısı olmakla, böylesi dominant ve ilişkiyi çekip çeviren erkek özlemi çelişiyor. Ama galiba ben ve benim gibi kadınlar bizi yöneten birini istemiyoruz. Bizi istediğini ısrarla gösterecek birini istiyoruz. Adam hem bizi deli gibi isteyen biri olacak, hem buna değen bir adam olacak, hem kültürlü, hem entellektüel, hem zengin, hem duygusal, hem mantıklı,  hem yakışıklı, hem o, hem bu olacak, hem bize umutsuzca aşık olacak, hem de şefkatli olacak... yani tam bir ölme eşşeğim ölme durumu ki, sorma gitsin...  Sonuçta; bizim için olamasada Julia için bu dediklerim gerçekleşti ve mükemmel kadın,  mükemmel erkeği buldu... Bunda kadının Julia Roberts olması veya olayların bir filmde cereyan etmesinin etkisi oldu mu, açık söylemek gerekirse bilmiyorum...
Filmden çıktık, önce makarna yemeye karar verdik. Sonra, o filmlerde olur dedik ve vazgeçtik... Şekersiz kahve ve vejetaryen kreple idare ettik.
Akşam eve geldim, kızlara aşramı anlattım. Arkadaşımın benim herkese partilerde bir iş vermemle ilgili düşüncelerini söyledim ve ‘bu durumda bende bir çeşit guru oluyorum’ demek ki, dedim... Deniz Ece ‘evet anne sende bir guru’sun.. Guru’nun yandan yemişi’ dedi... Defne’de  ‘dikkat et anne genellikle gurunun yanında yaşda yanar, kendine mukayyet ol’ dedi...
Gördüğünüz gibi  Defne ile Deniz Ece’den çok umutluyum... Eminim ileride mükemmel kadınlar olacaklar ve sonunda filmdekinden bile mükemmel erkekler bulacaklar... Ben mi ne yapacağım... Dua aşamasından olaya devam edeceğim... Çıkmadık candan ümit kesilmez derler.  Aynen öyle yapacağım, ümidi kesmeyeceğim...




Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı