(Bugün ilk dersimi anlattım. Aşağıda ders notlarım var. Benden hoca olursa, ders notları da böyle olur...)
Herkese
günaydın... Öncelikle bu dersi almayı seçtiğiniz için hepinize teşekkür
ediyorum.
Taşkışla’da
ders verecek olmam, sadece bende değil, arkadaşlarım arasında da heyecan
yarattı. Birkaç günden beri bunu konuşuyoruz. Öncelikle derse bir isim
bulmamız gerektiğini düşündük. Gelen önerilerden bir tanesi ‘Bir uygulama
projesinin öyküsü; Saklanan Gerçekler’... Bir tanesi de ‘Taşkışla Taşkışla
olalı böyle zulüm görmedi’.
Bu
ders kapsamında sizin karşınızda oluşumun sebebini anlatarak başlamak isterim. Geçen
yıl, Yıldız Sey hocamla bir proje toplantısı yapıyorduk. Konumuz Balo
Salonu’nun yan duvarına bitişik bir jenaratörün ses yalıtımı. Baktım,
jeneratörün hava atışını yaya yoluna doğru vermişler. Alet 1800 KWA, radyatör
peteğinden 350 santigrat derecede hava püskürtüyor. 350 derece sıcaklıkta
havanın o yoldan yürüyen insanların üzerine püskürdüğünü düşünsenize... O yaya
yolu artık yaya yolu olmaktan çıkmış, başka birşey olmuş. Jeneratörü çevirin, bunun böyle durmaması
lazım, dedim. Bunun üzerine Yıldız Hoca
‘gelip bu bilgileri fakülte’de paylaşırmısın’ dedi. Emir telakki ederim hocam,
ayrıca para falan da almam, dedim. Hoca da ‘istersen al’ ders başına 11 lira
veriyorlar, bozdurur bozdurur harcarsın, dedi...
Bunu
duyunca insanın içinden geçmişte bizi, şimdi de sizleri yetiştiren hocaların
idealizmine hayran olmamak gelmiyor. Gerçekten çok takdire şayan bir iş
yapıyorlar.
Dersin
tanıtıcı föylerinde gördüğünüz gibi, ismim
Gülfem Karaer. Bende bu okuldan yetiştim. 1987
girişliyim. 1991 yılında mezun oldum. 1993 yılında sınıf arkadaşlarım
ile, şu anda halen çalıştığım ve ortağı oldum Mar Mimarlık’ı kurduk. O tarihten
sonra mimarlık mesleği sayesinde dopdolu ve çok koşturmalı bir yaşantım oldu.
Öyleki; 1991 yılında başladığım masterı tamamlamaya ancak 2010 senesinde fırsat
buldum. Arada geçen 19 seneyi neredeyse hiç hatırlamıyorum.
Mesleğimi
profesyonel hayata atıldığım 1991 yılından bu yana 22 yıldır, çok severek
yaptım. Ama, ilk başladığım günlerde sorsanız, olayın tam olarak ne olduğuna
dair bir fikrim yoktu.
Bizim
zamanımızda Üsküdar’da Mef dersanesi vardı. Bu yakada oturan çocukların çoğu,
üniversiteye hazırlanmak için Mef’e giderdi. Bende o dersaneye gittim. Birgün
sınıf arkadaşlarımdan biri ile vapurdayız, dersane bitmiş eve dönüyoruz. Sırf
macera olsun diye, Üsküdar’dan vapura biniyoruz, Beşiktaş’a gidiyoruz, oradan
otobüse binip Bostancı’ya geliyoruz. Vapurda dalgaları seyrederken, arkadaşım
‘ben sana aşık oldum, tıp fakültesini boşver, mimarlık yaz, birlikte İTÜ’ye
gidelim, Taşkışla’da beraber mimarlık okuyalım’... dedi. Ben de yıllardır habire
doktorluk doktorluk dedikleri için anneme babama zaten gıcık olmuştum, ‘peki’
dedim... Sınav yapıldı, ben İstanbul Teknik Üniversite’si Mimarlık bölümüne
girdim. O giremedi, Mimar Sinan’a gitti... Bizdeki de akıl işte... ÖSYM
babamızın oğlu sanki... Bir milyon kişinin katıldığı sınavda ikimizi de alacaklar,
aynı fakülteye koyacaklar. Ben Teknik Üniversite’ye girdim ya, çocuğu unuttum.
İstanbul Teknik Üniversitesi... Dile kolay... En yüksek puanlı mimarlık
fakültesi, ne bakıcam Mimar Sinan’a giden çocuğa... gerçi sonra o çocuk benden
beter ünlü oldu, ne paralar kazandı, ne paralar kazandı... Ama artık geçti,
bundan sonra ne desek boş tabii...
Ben
mimarlık fakültesine girince babam ağladı. Kızım sen çöp adam bile çizemezsin,
orada ne işin var diye...
Okulun
ilk günü elimize bir liste verdiler. Şöhler, eskiz, T cetveli, gönye, fırça...
ne lazımsa aldık geldik. Çatı 2 sınıfında teknik resim dersi... Hiç unutmam,
Atilla Yücel, kulakları çınlasın oturduğumuz taburelerden birini aldı, masanın
üzerine koydu. Hadi bakalım bunu çizin, dedi...
İçimizde
gayet kabiliyetli arkadaşlarımız vardı. Tabureyi tak diye çizdiler...
Benim kabiliyetim ise bu seviyede....
O
gün gerçekten çok üzüldüm. Ama ne mutlu
ki, çalışmayı bırakmadım. Azimle gece gündüz, uğraştım, uğraştım... Giderek
çizgilerimdeki kararsızlık sona erdi. Bir oran ve komposizyon bilgisi
yakaladım. Figürlerime hareket katmayı başardım. Fakülteye girişimden iki sene
sonra bu seviyeye gelmiştim.
Derken
birgün 3. Sınıfın ikinci dönemiydi galiba, proje hocalarımdan birinin ‘mimarlık
aslında problem çözme yeteneğidir’ dediğini duydum... Her bir bina aslında bir
matematik problemidir. O anı gerçekten hiç unutmuyorum. Kaderimin döndüğü andır
çünkü... bunu duyar duymaz, beynimde bir
ışık yandı... Evet mimarinin estetik ile kayıtsız, şartsız bir bağlantısı
vardır ama temelde, olay matematikseldir. Problemi kim daha iyi çözerse, o daha
iyi mimardır...
Bu gerçeği kavradıktan sonra mesleğime bakış
açım değişti. Karakalem tabure çizemediğim için üzülmeyi bir kenara bıraktım.
1991
yılında mezun oldum. Her yeni mezun
mimar gibi hevesliydim ve beş parasızdım.
Size
Sütçü Tevye’yi tanıştırmak isterim. Kendisi Fidler on the Roof filminin
kahramanıdır. Her bina aslında bir matematik problemidir, diyen hocamdan sonra
hayatımın yönünü çizmemde en etkili olan ikinci kişidir.
Filmin
bir yerinde şöyle der; durum o kadar kötü ki, bundan daha kötüye gitmesi
imkansız, bundan sonra gitse gitse ancak iyiye gider’...
1993
yılında, okuldan mezun olduktan sonra bana Mar Mimarlık’ın ortağı olmak
cesaretini veren Sütçü Tevye’nin bu sözleridir.
İnsanın
hayatında, geleceğine yön veren bazı dönüm noktaları oluyor. Bunu ancak
yaşadıktan sonra geriye dönüp baktığımızda anlayabiliyoruz. Benim için birinci
dönüm noktası tıp fakültesi yerine mimarlık fakültesini seçmemdi. İkinci dönüm
noktası ‘mimarinin matematik ile ilişkisini anladığım an, oldu. Bunu
kavrayamasaydım, hayatımın sonuna kadar serbest el çizimlerim iyi değil diye,
kendimi, ikinci sınıf bir mimar olarak görebilirdim.
Ofisi
açtıktan bir yıl sonra, hayatımdaki üçüncü dönüm noktasını yaşadım. Engin Ünal,
bizden Kemer Country’de inşaa edilen konutların projelerinin çizimi için teklif
istedi. Kendisi o vakitlerde 60 yaşındaydı. Tasarımı Engin Bey yapacak, biz
çizeceğiz. Projeye başladık, Engin Bey ikinci hafta kalp krizi geçirdi. Biz bir
anda sadece çizim yapacağımız bir işte, mimar rolüne soyunduk. Ancak o
günlerde, henüz mimarlık kitabının ön sözünü bile okumadığımız için, kendimi
fevkalade çaresiz hissettiğimi hatırlıyorum. Hele ilk koordinasyon toplantısına
gittiğimde bacaklarım titriyordu. Masanın
etrafı, temel fıkrası gibiydi. Bir ingiliz, bir fransız, bir alman ve bir de
ben... Herkes bana bu da nereden çıktı, diye bakıyordu.
Proje
yaklaşık iki yıl sürdü. Bittiği zaman, bizde bitmiştik. Yüzmeyi öğrensin, diye
pat diye suya atılan talihsiz çocuklara benziyorduk. Bu şekilde ne çok şey
öğrendiğimizi ve iki senede en az beş sene ileriye gittiğimizi, ıslak köpek
yavruları gibi kıyıya çıktığımız andan çok sonraları anladık tabii ki...
1993
yılından 2006 yılına geldiğimiz zaman, bu şekilde bir çok proje toplantısını
atlatıp, hayatta kalmayı başarmıştık. Derken bir gün bize Zaha Hadid’in Capital
Hill projesinin uygulama projelerini çizermisiniz, şeklide bir iş teklifi
geldi.
O
güne dek, alıştığımız şekilde konsept ve uygulama projelerini bir arada götürdüğümüz
projelendirme süreci, Capital Hill konutu ile ikiye bölünmüş oldu. Bu tarz bir
yaklaşımı ilk kez 1998 yılının Kasım ayı’nda Fransa’ya yaptığımız bir gezide
görmüştük. Bir inşaatın tabelasında konsept mimarının ve realizasyon, yani
uygulama mimarının adları ayrı ayrı yazılmıştı. O günlerde Türkiye’de böyle bir
çalışmanın örneği yoktu ve doğrusu sadece sekiz yıl sonra, böyle bir çalışma
biçiminin öncüleri olacağımız da, o tabelayı gördüğümüzde aklımıza gelmemişti.
Capital
Hill projesi, bizim mesleki yaşantımızda bir dönüm noktası oldu. Mimarlık’ın
kendi içinde bir uzmanlaşmaya doğru gittiğini en çok hissettiğimiz an, bu proje
için çalışmaya başladığımız andır.
Bildiğiniz
gibi mimarlık daha öncede kendi içinde kollara ayrılmıştı. İç mimarlık ve mimarlık
ayrımı bunun en iyi açıklayan örnektir bence... Biz Fakülte’ye girdiğimizde,
hocalarımız bu bölünmeyi reddederlerdi. Bir mimarın binasının her şeyini
mobilyaları dahil tasarlamasının bir gereklilik olduğunu öğrenerek mezun olduk
biz...
Takdir
edersiniz ki, o günden bu güne çok şeyler değişti. Binalar artık eskisi gibi az
metrekareli, basit fonskiyonlu yapılar değiller. Karmaşıklaşan gündelik
hayatımıza ve gelişen teknolojiye paralel olarak, binaların hem metrekare
büyüklükleri artıyor, hem programları karmaşıklaşıyor, hem de içlerinde
barıdırdıkları sistemler komplike hale geliyor. Aynı zamanda binaların yapımı
için ayrılan süreninde kısaltılması gerekiyor. Bu yüzden mimarlık, mimari-iç
mimari ayrımından sonra, bir kez daha konsept ve uygulama mimarlığı olarak
bölünüyor.
Ben
şahsen bu ayrımı çok faydalı buluyorum. Size ne demek istediğimi Apple
firmasından bir örnek vererek anlatmak isterim. Steve Jobs ve ekibi, XEROX
firmasının çalışmalarını izlemek üzere, XEROX genel merkezine gitmişler. Orada
kendilerine, şimdi kullandığımız birbiri üzerinde açılan ekranların babası
sayılabilecek bazı tasarımlar gösterilmiş. Jobs’ın ekibinde yer alan
mühendislerden biri, bu gösteri sırasında, ekranların biribiri üzerinde
açılabildiğini gördüğünü sanmış. Oysa o vakitler programlama dili, bunun
yapılmasına imkan sağlayamıyormuş. Ama Apple merkezine döndüklerinde, elindeki
mevcut olanaklar ile bilgisayara bunu yaptırmayı başarmış. Kendisine
sorduklarında, ‘bunu yapabildim, çünkü mümkün olmadığını bilmiyordum’ demiş...
Bu anlamda mimarinin konsept ve uygulama olarak ayrılmasının, binaların formsal
gelişmelerine büyük katkıları olacağını düşünüyorum. Bir mimar, yapılmayacağını
bildiği bir şekilde bina tasarlayamaz. Ancak onun o şekilde yapılamayacağını
bilmezse, binasını o şekilde tasarlayabilir. Pratikte aslında son on yıldır
etkin bir şekilde yaşanmaya başlayan bu ayrımın, mesleğimizin ürünlerinin
kalitesini ileriye götüreceğine inanıyorum.
Bu
ayrımın, mimarlık yapan mimarlar, uygulama yapan mimarlar şeklinde
anlaşılmaması gerekir. Neticede doktor, doktordur. Bir tanesi kalp cerrahı
olur, bir tanesi beyin, bir başkası çocuk doktoru olur. Bütün branşlar insanın
sağlığı ile ilgilidir. Beyinle ilgilenen daha çok doktor, kalple ilgilenen
daha az doktor diyemeyeceğimiz gibi, konseptle ilgilenen daha çok mimar,
uygulama ile ilgilenen daha az mimar da diyemeyiz.
Okuldan
mezun olduğunuzda, hangisini yapmanın size daha uygun olduğunu test edeceğiniz
deneyim yıllarınız olacak. Ben bu sömesterde, uygulama projesi ve uygulama
mimarlığı ile ilgili bir şeyler aktarmaya çalışacağım. Öncelikle sizlere şunu
açık seçik ifade etmek isterim ki, yol olarak realizasyonu seçerseniz, iki
temel negatif etki ile karşılaşacaksınız. Birincisi, mimarlığı sadece konsept üretmekten
ibaret sanan görüş ve uygulama projesi üretim sürecinde sizinle çalışan diğer
mimar ve mühendislerin etkileri...
Öncelikle
size, uygulama yöntemleri konusunda becererikli ve yetkin mimarlar olmasaydı,
bugün pek çok projenin sadece kağıt üzerinde kalmaya mahkum olacağını söylemek
istiyorum. Bunlardan biri de, şimdiden mimarlık tarihinde yerini almış olan
Capital Hill konutudur. Bu konut, mevcudiyetini hem Zaha Hadid’e, hemde bize
borçludur.
Mimarların uygulama konusunda çekinceli olmasının sebebi, teori ile pratik arasındaki alan farkıdır. Mezun
olup, sahaya çıktığınızda size bir şok dalgası çarpar. Pırıl pırıl
mekanlarda, pırıl pırıl insanlardan bu mesleği öğrenen mimar, şantiyeye çıktığı
anda, siyah çöp poşetinden aldığı ekmeği eli ile bölüp, gerisini poşete atan
insanlarla çalışmaya başlar. Şantiye tuvaletlerinde klozetlerin nasıl
kullanacağını anlatan resimler yapışıktır.
Görüp
görebileceğiniz en iyi yemekhane aşağı yukarı şöyledir.
Şantiyelerde
böyle bir ofis bulunabilirse, kendimizi şanslı saymamız gerekir.
Bütün
bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi, etrafınız sizin bilgi ve becerinizi
test etmek isteyen insanlarla doludur. Çünkü mimar, o geminin kaptanıdır.
Herkes, gemiye iyi bir kaptanın komuta ettiğinden emin olmak ister.
Böyle
bir kaosun içine düştüğünüzde, hayatta kalmak ve iş yapabilmek için, mantranız
her zaman ‘basitleştirmek’ olmalıdır.
Bu
yarıyıl, birlikte otel konusunu çalışacağız. Önümüzdeki hafta da, sizinle
birlikte Zorlu Center’ın içerisinde uygulama projeleri tarafımızdan hazırlanan
otel bloğunu ziyaret edeceğiz.
Zorlu
Otel projesi 86.000 m2 alanı ile, kapsamlı ve karmaşık bir projedir.
İçinde
180 adet oda, balo ve toplantı salonları, restoranlar, kafeler, barlar, açık ve
kapalı havuz, spa merkezi, idari personele ait alanlar, mutfaklar, depolar,
çamaşırhane, mekanik ve elektrik merkezleri ve personel yemekhanesi, giyinme,
soyunma odaları gibi çok çeşitli yüzlerce fonsiyon alanını barındırmaktadır.
Oysa
bir otel, değil 86.000, 860.000 m2 alana yayılsa dahi, temelde iki bölümden
oluşur.
·
Müşterilerin
ayak bastığı alanlar,
·
Personelin
ayak bastığı alanlar,
Prensip
olarak, müşteri personel alanlarına giremez. Personel ise, müşteri alanlarına
girer.
Müşteri
alanları iki temel alandan oluşur.
·
Yatak
Odaları yani müşterilerin bireysel kullandığı alanlar,
·
Lobi,
restoran, SPA gibi tüm müşterilerin birlikte kullandığı alanlar.
Personel
alanlarını da iki bölüme ayırabilirsiniz.
·
İdari
alanlar,
·
Servis
alanları...
Bu
da demektir ki, tüm oteller dört bölümden oluşmaktadır.
1. Yatak Odaları yani müşterilerin
bireysel kullandığı alanlar,
2. Lobi, restoran, SPA gibi tüm
müşterilerin birlikte kullandığı alanlar.
3. İdari alanlar,
4. Servis alanları...
Size,
otel lobisinin planlarını göstermek istiyorum. İlk bakışta ne kadar karmaşık
görünürse, görünsün, bir otel lobisi 2,3 ve 4 numaralı fonksiyonlardan oluşur.
Mimarın
görevi, bu fonksiyonları hayallerine uygun olarak bir araya getirmektir.
Bu
akşam yataklarınıza yattığınızda, lütfen hayal edin. Nasıl bir bina olmasını
istiyorsunuz bu otelin... Çünkü bu dünyada herşey aslında bize bağlı... Harry
Potter’ın sihirli değneği yerine, bizim kalemlerimiz var.Neticede, herkesin bize
kurduğumuz hayalleri söylememiz için para ödediği büyülü bir mesleği yerine
getiriyoruz.
Dinlediğiniz
için teşekkür ederek, bugünki anlatımızı burada bitirmek istiyorum. Bir sonraki
buluşmamızda şantiyede olacağız. Hayallerimizin nasıl somutlaştığını birlikte
göreceğiz.
Yorumlar
Yorum Gönder