Neden, diye sorunca aklıma hep
kar motorsikletleri ile Uludağ’ın tepelerinde dolaştığımız akşam geliyor.
Arkadaşlarımdan biri tur rehberine ‘üşüyorum, neden’ diye sormuştu. Rehber’de
‘hava soğuk, belki ondandır’ diye cevap
vermişti.
Ben her zaman ‘neden’ diye
sorarım. Hem kendi davranışlarımın, hem etrafımdaki insanların davranışlarının ve
başıma gelen olayların ‘neden, neden, neden’ diye didikleye didikleye canını
çıkarmazsam kendimi rahat hissedemem... Bu yüzden yakın arkadaşlarımdan bir çok
kereler azar işittim. Bana hep oluruna bırakmayı, neden diye sormamayı, geldiği
gibi yaşamayı öğretmeye çalıştılar. Ama başaramadılar. Onlar ne derse desin,
ben aynı soruyu sormaya devam ettim.
Bugün Grey’s Anatomy’nin 119.
Bölümü’nü seyrettim. Kendi kendime neden gece gündüz bu diziyi seyrediyorum,
diye sormuştum ki, hem diziyi neden seyrettiğimi sorduğumu buldum, hemde neden ‘neden’
diye sorduğumu...
Açıklamaya tersten başlayım.
Neden diye sormamın sebebi, anlamsızlık korkum aslında... Bildiğiniz gibi,
varoluşçu psikoloji ekolüne göre, hayattaki davranışlarımızı dört temel korkuya
verdiğimiz reaksiyon belirliyor. Ölüm, özgürlük, yalıtılmışlık, anlamsızlık...
Ekolün kurucusu Irwin Yalom, korkuları en büyüğünden en küçüğüne sıralayarak
anlattığı için, ekolün açıklayıcı kitabında ölüm korkusuna 300 sayfa ayırmış.
Sonra sayfa sayıları giderek düşüyor. Özgürlük 250, yalıtılmışlık 150,
anlamsızlık 50 sayfa... Eğer canı sıkıldığı için böyle yapmadı ise, insanın en
çok ölümden, en az anlamsızlıktan korktuğunu düşündüğünü varsayabiliriz.
Ancak bende sistem tersine işliyor. Varoluşuma bir anlam verememekten o kadar
korkuyorum ki, bu duygu ile, boynuma en büyük borç olarak gördüğüm ebeveynlik
vazifemi yerine getirip, çocuklarımı ayaklarının üstüne bastırdıktan sonra, bir
an evvel ölmek istiyorum. Ölümü, anlamsızlığın sonu olarak görüyorum. Öldükten
sonra başka bir varoluşun içine yuvarlanmazsak tabii.
Durmadan Grey’s Anatomy’i
seyretmemin sebebine gelince... Bu da aslında yukarıda saydığım varoluş
korkuları ile ilintili bir şey. Diğer diziler, bir batıp bir çıkarken, bunun 9.
Sezona gelmiş olmasına şaşmamak lazım. Böyle giderse, bir 9 sezon daha devam
eder. Çünkü senaryoyu ölüm üzerine kurmuşlar. Ölümün insan hayatında
somutlaştırdığı aksiyon ise, değişim. Dizide sürekli birileri ölüyor. Sadece
hastalar değil, en vazgeçilmez sandığımız kahramanlar ‘küt’ gidiyor. 6. Sezonda
esas oğlanlardan birine otobüs çarptı. 6. Sezon, altıncı sene demek... Ölenlerin
yerine yenileri geliyor. Hastanedeki insanlar durmadan değişiyor. Her şey
habire kuruluyor, yıkılıyor, kuruluyor, yıkılıyor... Tam bir hayat
simülasyonu... Bu yıkımlar bazen Tanrı eliyle, ama çokca da o hayatın sahibi
insan ve onu çevreleyen kişiler tarafından yapılıyor. Bizde gerçekte, aynı şeyi
yapmıyor muyuz? Hayatlarımızı bir kuruyoruz, bir yıkıyoruz, bir kuruyoruz, bir
yıkıyoruz... Bugün, sabah kahvaltısını hazırlarken, bir yandan ekmekleri fırın
tepsisine dizip, bir yandan diziyi seyrederken anladım... Belki de bu şekilde
ilerliyoruz.
Aklıma yeni bir şey gelince
kendimi beğenmek, benim yapımda var. Yıkımlar olmasa, herşey istediğimiz gibi
gitse, mücadeleden vazgeçeriz, hayatlarımızı ilerletemeyiz, aydınlanmasının
ardından tam ‘ne ka akıllıyım’ diye düşünüyordum ki, geçen yaz yaşadığım bir
olayı hatırladım. Benimle ilgilenen bir
adamcağız vardı. Biliyorsunuz, hepimiz varlıklarımızı bir şeylerin üzerine
kuruyoruz. Misal ben, kendimi, ifade kabiliyetimdeki başarım ile var sayıyorum.
Bu konuda rahat, ayrıcalıklı ve doğuştan yetenekli hissediyorum. O adam da
kendini yemek pişirebilmek kabiliyetinin üzerine kurmuştu. Karşılaştığımız
zamanlarda hep yemeklerden bahsetti. Yemeklerden ve şaraplardan. Bilmem ne
firmasından aldığı özel bıçaklarını, sos tencerelerini, fırın kaplarını anlattı
bana... Tanışmamızın üzerinden nerdeyse bir sene geçtikten sonra, geçen yaz
telefonum çaldı. Havadan sudan bir süre konuştuktan sonra, ‘bir akşam senin
için yemek pişirmek istiyorum, ne seversin, diye sordu... Aslında zarif bir
teklif... bir senede bu noktaya geldiğine göre, işin içinde duygu da var...
Peki ben ne yaptım, adamın eline bir menü verdim. Dedim ki, antre olarak
guacamole soslu acılı karides, ana yemek olarak sotelenmiş ıspanak ve taze
soğanlı patates püresi yanında rokforlu bonfile, tatlı olarak da frambuazlı
brownie ve dondurma isterim. Yemek konusuna ilgi duymayanlar için ufak bir
açıklama yapayım, böyle bir menüyü, telefonda ‘ne yemek istersin’ sorusunun
cevabı olarak spontan bir şekilde sıralamak için, michelin yıldızlı aşçı
olmanız lazım. Büyük ihtimalle o da beni, karşısında bir yıldır hiç sesini
çıkarmadan onun amatör heveslerini dinleyen bir profesyonel zannetti. Telefon
bir kaç dakika sonra, adamın sesine yansımış utancı ile kapandı. Bir daha asla
aramadı. Bu yüzden, kendisi aramadan iki gün önce bir yemek work shop’una
katıldığımı hiç öğrenemedi...
Diyeceksiniz ki, bunu neden
anlattın? Bende tam olarak bilmiyorum. Belki de dünyamız bir kurulur, bir
yıkılır ve bizde böylece ilerleriz, fikri aklıma tam da yemek pişirirken
geldiği içindir. Sayemde garibanın dünyasının yıkıldığı kesin. İnşallah bu
kendisine ilerleme olarak geri dönmüştür.
Bu şekilde, kendi dünyamı kaç
kere yıktığıma ise hiç girmeyim. Zira sayısını hatırlamakta bile zorluk
çekiyorum. Olur iken olmaza soktuğum işlerim, başlamadan biten ilişkilerim,
kaybettiğim insanlar, kazanamadığım paralar... Hele bir yaz akşamı hatılıyorum.
Sahne aklıma öyle bir kazınmış ki, otoparkta arabaya binmeden önce, mimozalardan
yükselip burnuma dolan o baygın kokular, bugün bile hatırımda... tek bir cümle
söyledim... tek bir cümle.... ağzımdan çıkması sadece on saniyemi aldı...
Sonrasında taşlarını teker teker yeni baştan dizdiğim hayatımda, beni çok mutlu edeceğini düşündüğüm şeyin ellerimin
arasından kayıp gidişini izlediğim on kocaman ayım oldu... Her yaz, mimoza
açtığında, kokular otoparkı doldurduğunda, aynı acıyı bir kez daha yaşadım.
Sonunda çok şükür birileri ağacı kesti de, intihar etmekten kurtuldum...
Bu sabah fırın tepsisine çocuklar
için hazırladığım peynirli ekmekleri dizerken keşfettiğim bu gerçekler ışığında
belki bu akşam bir nebze daha rahat uyurum. Neticede bu kurulup, yıkılmalar hep
ileri gitmek için... rahatımız bozulsun ki, ilerleyelim.. yoksa nasıl
gelişiriz. Hem Meredith Grey bile aynı hataları yaparken, benim bu halimi kim
kınayabilir...
Ve belki de bu blog yazısını okuduktan
sonra (umarım yazdıklarımı okuyorlardır), arkadaşlarım, erkenden ölmek istediğim
için bana kızmayı bırakırlar... Gördüğünüz üzere, olay benden kaynaklanmıyor,
varoluşçu korkularımızdan kaynaklanıyor.
İnanmayan alır okur, 32 kısım, tekmili
birden 768 sayfa....
Seni bu gün keşfetmiş olmak beni çok mutlu etti. Kötü başlayan yada vasat geçen bir günün güzel bitirişi oldun benim için yazıların çok uzun ama hepsi birbirinden anlamlı ve dolu yazılar ... Teşekkürler...
YanıtlaSil