Ana içeriğe atla

David Garrett ve Nane Şekeri Satmak Üzerine



Boyutları, konuya göre değişmekle birlikte, ben insanlar tarafından genellikle yanlış anlaşılırım. Eğer gündelik hayatın basit olayları ile uğraşıyorsak, az yanlış anlaşılma ihtimalim yüksektir. Ama olay reel politik, ekonomik veya insan ilişkilerinin cinsiyete dayanan dinamikleri ise, yanlış anlaşılma ihtimalim artar. En son David Garrett olayında yanlış anlaşıldım. Facebook’taki durum güncellemelerimi takip eden arkadaşlarım, her gün yeni bir David Garrett paylaşımı görünce, dediler ki; Sen bu adamla bozdun… Oysa olayın bununla hiç alakası yok. Konu tamamen nane şekeri satabilmek veya satamamakla ilgili… 5, 8, 12, 26  dakika kadar bir vaktiniz varsa anlatayım…

Nereye vardığımızı doğru bir şekilde analiz edebilmek için, bizi o noktaya götüren yolu anlamak bir gerekliliktir. Benim David Garrett’la bozduğum yargısının temelinde yatan dinamik, David Garrett’in fiziksel özellikleridir. Bu özellikler, yüz kişiden en az ellisinin David Garrett’la bozmasını sağlayabileceğinden ‘Kişi kişiyi kendinden bilir’ yaklaşımı ile, herkesin en kolay ulaşacağı değerlendirmenin bu olması, aslında normaldir de… Ama buradan yola çıkıp, kimseye ‘İlk taşı günahı olmayan atsın’ diyecek değilim. Çünkü David Garrett’den fiziksel olarak etkilenmiyorum dersem, yalan söylemiş olurum. Heteroseksüel olduğum için bunu doğal karşılamanız gerektiğini düşünüyorum. Erkeklerden canımın çok yandığı gençlik yıllarımda, ‘keşke lezbiyen olsaymışım, dediğim zamanlar da oldu. Ama kromozomlarımın yapısı yüzünden bu mümkün değil. Toplumsal personalarım içinde ‘patron insan’ ‘kimseye müdanası olmayan kadın’ gibi, bir beraberliği imkansız hale getiren maskelerim olsa ve küfür etmeyi erkeklere özgü bir ayrıcalık saymasam bile, kendi iç dünyamda bir kadınım ve bu yüzden, David ‘O sole mio’yu çalarken, fonda duyulan nefes sesinden etkilenmemek elimden gelmiyor. Ama tüm bunlara rağmen  'Al senin olsun’ diye getirip kapıya bıraksalar bile David Garrett’i istemeyeceğimi söylemem lazım. Beni böyle düşündüren şey; hayat tecrübesi. Bütün albümlerini en az yüz kere dinlemiş olsam bile, bu kadar mükemmel çalabilmek için, her ölçüyü, bazen her notayı en az bin kere tekrar etmesini kaldıramayacağımı biliyorum. Sonunda olayın ‘David, sabahtan beri, gıy, gıy da gıy gıy… Hadi yat artık, gece gece icât çıkarma’ noktasına geleceği aşikâr… Bu aslında ilişkilerin en temel kuralıdır da… Bir insanda ilk ve en çok neyi çekici bulursanız, ilişkinin devamında o özellik başınıza bela olur. Her ne kadar erkeklerin beğeni kriterlerinin içinde olmadığını bilsek de mahsuscuktan, benim ifade kabiliyetimi güzel bulduğu için bana vurulan bir erkek olduğunu varsayalım… Birlikte olsak, bir süre sonra çok konuştuğumdan şikâyet eder. Veya sarkastik espri yeteneğimden hoşlanan ve benimle birlikteyken çok eğlenen biri olduğunu varsayalım. Üç gün sonra o da her lafına bir kapak kapanmasından yakınır. O yüzden benim de en çok keman sesinden şikâyet etmem kuvvetle muhtemeldir. Hatta bir süre sonra içimden ‘Hay o kemanın yayı...’ şeklinde düşünceler geçmeye başlayabilir. Gerçi David Alman olduğu ve Türkçe bilmediği için bu düşünceleri dışımdan da geçirsem fark etmez. Flört ederken, gözlerimin içine bakarak keman çalmasından ve şahane gülümsemesinden de muhakkak ki çok etkileneceğim. Ama ilişkimiz başlar başlamaz, başka kadınlara da öyle gülümsemesi ihtimali, aramıza ihanet şüphesinin gölgesini düşürecek. Çok beğendiğim sarı uzun saçlarını, duşun duvarlarına yapışmış bulduğum zaman ‘yok anacım… şart şurt yok bu Almanlarda. İnsan şuraya bir su tutar’ diye düşüneceğim. Dünyanın dört bir yanında konser veren ve konser başına ortalama 7 milyon dolar kazanan bir virtüöz ve showman olduğu gerçeğinin, beraberliğimizin en fazla ikinci yılında, David turneye çıkmak üzere evden ayrılırken ‘Ayol yine nereye gidiyorsun? Bizim paraya ihtiyacımız mı var? Ama sen gitmezsen, o kıytırık dansçı karılarla kim kırıştıracak tabii...' noktasına evrileceği de bir gerçek. O şahane uzun boyunun ve geniş omuzlarının arkasından el sallarken 'gidişin olsun da dönüşün olmasın, deve Dilaver seni’ demek de ihtimallerden biri... Şimdi söyleyin bana, bunları bile bile David alınır mı? O yüzden güvenlikten Ercan telefon etse ‘Gülfem Hanım, burada uzun saçlı bir kemancı var. Küçükbakkalköy’deki Çingene mahallesinden mi geliyor nedir? Konuştuğu anlaşılmıyor. Atalım mı biz bunu dışarı, n'apalım’ dese, ‘Ercan, deli misin çocuum, gönder yukarı’ demem yani. Onun yerine, 'Çağır duraktan bi taksi, şoföre söyle, havaalanına götürsün’ derim. Yukarı çağırayım da, David Garrett dinleme zevkinden mi olayım. Aşağı da inmiyorum ki, yüzünü görünce yelkenleri suya indirip, bir çuval inciri berbat etmeyim…

Saplantılı bir şekilde David Garrett dinlesem de, kendisine platonik bir ilgi geliştirmeyecek kadar konuya hakim olduğumu yeterince anlattığımı sanıyorum. O yüzden, başlığın ikinci bölümüne, konunun ‘nane şekeri satmak’ ile ilgili olan kısmına geçiyorum.

Başlamadan önce, Mustafa Erses hakkında kısa bir bilgi vermem lazım. Mustafa Erses, Türk Sanat Müziği’nin en büyük nazariyat hocalarından ve şeflerinden biridir. Aklınıza gelen büyük icracıların neredeyse hepsi, onun talebesidir. Mustafa Erses çocukken, sokaklarından nane şekeri satan bir adam geçermiş. O yıllarda, nane şekeri alan her müşteri için, şekercinin mani söylemesi adettenmiş. Çocuk Mustafa, bütün gün camın önünde nane şekercisinin sesini duymayı beklermiş. Adam sokağın başında görünür görünmez, evden fırlar, peşine takılır, söylediği manileri dinleyerek, onunla birlikte mahalleyi dolaşırmış. Adam ‘Sen ne geliyorsun bakiim benim peşimden, diyecek olsa hemen cebinden 1 kuruş çıkarır ‘Ver bi nane şekeri’ dermiş. Parayı alan şekerci, çaresiz bir mani daha söylermiş. Ben bu hikayeyi babamdan dinledim. Babam, Mustafa Erses’le, üstadın Ankara radyosunda koro şefi olarak çalıştığı yıllarda tanışmış. O vakitler, radyoya girmek isteyen gençleri hocaya getirirlermiş. Hoca dinledikten sonra ‘Nane şekeri bile satar’ derse kadroya alırlarmış.

Müziği duyabilmek, aslında inanılmaz bir olaydır. İnsana tarifi imkânsız bir zevk verir. Ve ne yazık ki birçok insan müziği gerçekten duyamaz. Bu yüzden New York metrosunda, elindeki Stradivarius kemanı ile Bach çalan Joshua Bell’i kimse fark etmemiştir. Kırk üç dakika boyunca, Bell’in önünden 1000’den fazla insan geçer ve bunlardan sadece altı tanesi dinlemek için durur. Yirmi kişi hiç yavaşlamadan yerdeki keman kutusuna para atar. Dinlemek isteyenlerden biri üç yaşında bir erkek çocuğudur. Çocuk kemancının önünde durur ve dikkatle ona bakmaya başlar. Dinlemeye devam etmek için o kadar ısrar eder ki; sonunda annesi onu sürükleyerek uzaklaştırır. Joshua Bell kırk üç dakikada sadece 32 dolar 75 cent toplar. Oysa bir gece önce verdiği konserin en ucuz bileti yüz dolardır. Buradan çıkan sonuç; insanların beğendiklerini iddia ettikleri şeylerin gerçekte ne olduğunu aslında pek de anlamadıklarıdır. Müzik severlerin çoğu konserlere, statü ve entelektüel seviyenin göstergesi toplumsal bir etkinlik olduğu için katılırlar. Joshua Bell olayını istatistiki bir veri kabul edersek, yüz bin kişilik bir konserde, çalınanı ve söyleneni tüm nüansları ile duyabilenler aslında altı yüz kişidir.

Gerçek yeteneğin bu kadar nadir bulunduğu bir alanda, David Garrett’ı sadece fiziği güzel diye dinlemek insafsızlıktır. Ben yaradılıştan yufka yürekliyim. Ona bu haksızlığı yapamam. Hem eğer öyle olsaydım, görünüşü ile insanı erkekten soğutan Farid Farjad’ı da aylarca dinlemezdim değil mi… Bundan iki sene önce de, gece gündüz Farid Farjad paylaşmışım. Kim hatırlıyor? Anlaşılan kimsenin dikkatini çekmemiş bu...

Yaa, işte böyle… Sizi gidiler, sizi…


(İstanbul’da ikibinonyedi senesinin şubat ayının yirmialtıncı günü, televizyonun karşısında yayarken yazıldı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı