Ben çocukken, alışveriş için
Kızılay’a giderdik. Bilmeyenler için söyleyeyim; Kızılay, Ankara’nın Kadıköy’üdür.
Bir sürü mağaza ve pasajla doludur. Annemle birlikte Tunalı Hilmi’den Sıhhiye’ye
doğru uzanan geniş caddenin üzerinde gezinirken, vitrinlerin büyük camlarından, kaldırımda yürüyen insanların, bacaklarını aynı anda ileri atmalarını seyrederdim. Yandan
bakınca, iki kişi sanki tek kişi gibi gelirdi bana. Hatta bazı çiftler kol kola girerdi. Bu manzarada
bir birlik, anlaşma ve dayanıklılık görürdüm. Çok hoşuma giderdi. Bende kendi adımlarımı
anneminkilere uydurup, annemle bir olmaya çalışırdım ama artık çocuk
bacaklarımın kısalığından mı, yoksa bunu yaparken vitrin camlarında kendimizi
görmek çabasından mı bilinmez, beceremezdim.
Gel zaman git zaman, ben büyüdüm.
Kardeşim de büyüdü. Annemle yakalayamadığımız uyumu kardeşimle yakaladık. O
yıllarda eski mi eski bir Renault arabamız vardı. Arabayı kullanan ayağını
debriyaja basınca, diğeri vitesi değiştirirdi. Veya sigara yakmak, ceketimizi
çıkarmak lazım gelince, birbirimize bakmadan ve hiçbir şey söylemeden direksiyonu bırakırdık. Yan koltukta
oturan da tek kelime etmeden şoförlüğü devir alırdı. İlerleyen yıllarda öğrenci
harçlığını aşıp, kendi paramızı kazandığımızda ve iki ayrı arabaya bindiğimizde
de bu iletişim kopmadı. Misal, peş peşe bir yere gidiyorsak, birimiz önündeki arabayı
sollayacağı zaman, diğeri hisseder ve gelip arkayı kapatırdı ki, sollayan rahat çıksın.
Kerem’le aramızdaki bluetooth
bağlantının bende yarattığı güven duygusu, ilerleyen yıllarda arkadaşlarımı hep
‘leb demeden leblebiyi anlayanlardan' seçmeme sebep oldu. Bu konuda en uç örnek Murat Uz’dur.
Bir sabah Taşkışla’nın bahçesinde Amerika’nın ulusal marşını aynı anda söylemeye başlayarak kendimizi de aştığımız bir günümüz olmuştur. Ne tarz bir ruh
hastasıysak artık…
Tüm bunlara rağmen, evlenme
çağına geldiğimde, kendisine açık ve anlaşılır bir şekilde söylenmeyen hiçbir şeyi, veri olarak kabul etmeyen birini kendime eş
olarak seçmem, zannımca, şahsiyetimdeki aksi tesirlerin tezahürüdür. Kendisi evli olduğumuz süre zarfında bana en çok ‘ben senin ne istediğini nereden bileyim’ dedi… Ben de içimden ‘elinin körü’ dedim. Zaten evliliğimizde
yürümedi.
İnşaat sektörü erkek egemen bir
sektördür. Benim gibi mimarlık yapan kadınların etrafında, onlarca erkek olur.
Yıllar içinde, onlardan gelen hiçbir eyleme ve söze anlam yüklemeden, arkadaşlık
etmeye alışırız. Birçok kadın mimarın, bu erkek bolluğunda yalnız olmasının
sebeplerinden biri bu anlam yüklememe olayıdır. Birçok erkek mimar ve
mühendisin hisleri de bu yüzden zayii olur. Benim bu konulardaki durumum ise iki kere
acıklıdır; birincisi mesleki deformasyon sebebi ile, erkeklerin ve bizim iki
ayrı cins olduğumuzu çoğu zaman unuturum. İkincisi ise, bendeki Allah vergisi köközlük yüzünden, sanki kendim çok bi halt mışım gibi, karşımdaki ağzı ile kuş tutsa etkilenmem, beğenmem,
falan filan…
Bugüne kadar bunun tek bir istisnası
olmuştur; bir yaz günü, öğle tatilinde birlikte yemek yediğim bir adam… Yaz
günü diyorum, çünkü üzerimde bej keten bir elbise, başımda da koyu renk camlı güneş
gözlüklerim olduğunu hatırlıyorum. Öğle tatilinde çarçabuk bir şeyler yiyip,
şantiyeye geri dönmek üzere, yakındaki bir restorana gitmiştik. Yemeğin sonunda,
tuvalete gitmek için yerimden kalktım. Sonra güneş gözlüğümün halen kafamda
olduğunu hatırlayarak, bırakmak için geri döndüm. Ve O’nun tek elini ileri uzatmış vaziyette, gözlüğümü almak için beklediğini gördüm. Gözlüğümü havadaki avucuna bırakırken, içim hayretle doldu. Dilimde, uzun zaman önce kaybettiğim güven
duygusunun tadını hissettim. Allak bullak olmuş bir halde, tuvalete doğru
yürürken, başımı geri çevirdiğimde, halâ arkamdan baktığını gördüm.
Vaktiyle bir yerde bir yazı
okumuştum; seninle yeniden buluşacağımızı biliyordum, çünkü ben giderken
arkamdan bakıyordun’ demişti yazar… Ama kitaplarda böyle yazdı diye gerçek
hayatta öyle olmuyor. Birkaç iş gereği buluşma daha, o kadar. Bende ‘ah keşkem,
ah keşkem’ tarzı yürek sızısı, O’nda bir şaşkınlık. Ben bir şey yaptım, ama ne
yaptım. İyi mi yaptım, kötü mü yaptım telaşı…
Gece körü bu kadar mavrayı
yazmamın sebebi ne peki? Tabii ki David Garrett… İçinizden ‘oha, ne alaka’ diyenler
olursa, anlayışla karşılarım. Tamam oha deyin ama hele bir dinleyin, neden David Garrett.
Şimdi efendim şöyle anlatayım; Garrett 2012 senesinde Hannover’de bir konser
vermiş. Bu konserin 41. Dakikasında bir şarkıyı cold play çalıyor. Ayağının
altındaki cihaza, kayıt için basarken de, artık nasıl oluyorsa, senkop kaydırıyor.
Yani ritimde yarım saniyelik hata yapıyor. Bizim gibi sıradan ölümlüler için küçük, fakat O'nun gibi seçilmiş bir müzisyen için büyük bir hata... Orkestraya bakıp gülerek omzunu
silkiyor. Yüzünde bir ‘ne yapak, ölek mi’ ifadesi. Orkestra ilerleyen
mezurlarda hemen arayı kapatıyor. Seyircilerden bir kısmı da olan biteni
anlıyor. Ve o bir grup insanın aralarındaki sözsüz iletişimin yarattığı anlaşma ve birlik duygusu beni büyülüyor.
Tamam biliyorum, bu normal değil.
Çocukluğuma inmemiz lazım, onun da farkındayım. Tunalı Hilmi’den Kızılay’a
yürürken, annemle adımlarımın birbirine bir türlü uymadığı vitrin görüntülerimizin
bende ne tür bir sahipsizlik yarattığını irdelememiz lazım. Gerçi muhtemelen bu
yaştan sonra bunun bana bir faydası olmaz. Ama ‘gözlüğümü almak için elini
uzatmıştı, inanabiliyor musunuz’ diye başının etini yediğim ve fakat bana bunun
tek başına bir anlam ifade etmeyeceğini anlatmaya çalışan zavallı arkadaşlarıma,
önümüzdeki günlerde yapmam muhtemel abuklukları savmaya çalışırken faydası
olabilir.
Ah David, ah… Bana bunu yapmayacaktın,
kırk birinci dakikayı elli altı saniye geçe, öyle gülmeyecektin.
Heyhat, deliriyorum galiba…
(İstanbul’da, ikibinonyedi senesinin şubat ayının ikisini üçüne
bağlayan gece, vakit gece yarısını elli üç dakika geçe, evde yazıldı…)
Yorumlar
Yorum Gönder