Ana içeriğe atla

Çakma Anne...

Babam gençliğinde, çok anlatan ve öğreten bir adamdı. Aklınıza gelebilecek her konuda bana pek çok öğüt vermişliği vardır. Çok düşünürdü, çok okurdu... Favori ilgi alanı tarihti. Özellikle ikinci cihan harbi’ni bütün detayları ile bilirdi. Ayrıca biyografileri izlerdi. Onasis’ten bir şey aktarmıştı, duyduktan sonra hiç aklımdan çıkmadı... Onasis, gömleğinin cebinde küçük bir defter taşırmış. Bir insan ile ilk kez karşılaştığında edindiği fikirleri, o deftere yazarmış. O insanla hasbel kader tekrar karşılarsa, defterini çıkarıp, yazdıklarına bakarmış.
Bir insanın cemaz-i-ül evvel’ini okumanın ana şartı, ona her türlü duygudan yoksun olarak bakmamız galiba... Şayet baktığımız insanla ilgili negatif veya pozitif bir düşüncemiz var ise, sistem işlemiyor. İlk karşılaşma, her türlü duygudan yoksun olduğumuz altın an... Onasis, bu anın kıymetini anlamış,  deftere her zaman ilk izlenimlerini yazıyor. Aşk’la baktığımız insanı da bu sebepten çözemiyoruz sanırım... O yoğun duygulardan mütevellit, aşk’ın gözü kör oluyor. Aşk bitip gözler açıldığında da, başka organlar çoktan iflas etmiş oluyor ya, neyse...
Gençlik yıllarında, duygulardan yoksun olarak bir kişiye veya bir olaya bakmak, sanırım mümkün değil... Gençlik demek, bizatihi, his demek... Ancak yaş kemâle erdikçe dalgalanmalar azalıyor, duygular dinginleşiyor. Bu sebepten olsa gerek, son yıllarda bende de bir görüş kabiliyeti hasıl oldu... Şöyle bir bakınca, birçok insanın içini, dışını görebiliyorum... Anlaşılan bir defter alıp, çantanın ön gözüne koymak zamanım geldi... Yinde de büyük konuşmak istemem tabii... yıllardır baktığım halde, zerre sezemediklerim de var. Ama artık ekseriyet, görebildiklerimden yana...
Babam, bundan birkaç ay önce dedi ki; yaşlanmak çok kötü bir şey.. insanlar karşımda gitgide şeffaflaşıyor, mutsuz oluyorum...
Dün bende buna benzer birşey yaşadım... gördüklerimi anlamasam, herhalde bugün daha mutlu bir insan olurdum...
Havaalanında bir aile vardı... Anne, baba, iki kız çocuk... Anne ile baba yanyana yürüyor, kızlar da neşe içinde yanlarında dolanıp duruyorlar... Görünen resim bu... Peki bana malum olan saklı resim ne?
Filmi başa saralım: Önce kadını gördüm... Oldukça ince, uzun bacaklı, üstüne üstlük topuklu ayakkabılar giymiş, mini elbiseli bir hanım... Düzgün bir vücudu, bakımlı saçları, elleri, ayakları var... Beline oturan bir kemer takmış... maksat belin inceliğini iyice ortaya çıkarmak... eller, ayaklar french ojeli, manikürlü, saçlar röfleli... elbise marka... teker teker tüm parçalar iyi de, bir araya gelince bir olmamışlık var... neden acaba?
Kadına daha dikkatli bakmaya başladım. İlk fark ettiğim teninin koyuluğu oldu..  bu memlekette, kendini bilen hiçbir koyu tenli kadın, gidip saçına o kadar açık röfle yaptırmaz. Saçlar açıldıkça, surat marsık gibi ortaya çıkıyor. Seçtiği renk tonundan, kadının beyaz ten özentili, görgüsüz bir yapma sarışın olduğu anlaşılıyor. Paraya muhtemelen yeni kavuşmuş. Vaktiyle özlemini çektiği kuaför salonlarından birine gidip, kendini maskaraya çevirtmiş. Bir kuaför, bir kadının tarzını iki senede ancak anlar... Demekki bu abla, paraya kavuşalı, iki seneden az olmuş...
Yanık tenini iyice ortaya çıkarsın diye, sarı bir elbise seçmiş... Avam bir zevk göstergesi daha... Oysa fıtrattan koyu tenli bir kadının yanık tenini, en iyi siyah renk ortaya çıkarır.. Koyu renk giy ki; teninin tonu daha güzel anlaşılsın... Ama ne çare.. Allah’ın sopası yok ki, soksun gözünü çıkarsın... Bu da sarı röflelerinin yanında, o sarı elbise ile iyice çingene maşasına dönmüş.
Ayakkabılar da ayrı bir alem... hasır topuklu, bilekten bağlamalı... hasır topuklu ayakkabılar güzeldir... ama saten kumaşlı elbiselerin altına giyilmemek kaydı ile...
Neyse efendim, uzatmayalım... biraz sonra kadının yanına kocası da geldi... Paranın sahibi... bu gariban yarım akıllının, ortalıkta şebek gibi gezmesinin asıl nedeni... öyle bir alçacık dağları ben yarattım havası var ki, o kadar olur... üzerine, hava 38 derece olmasına rağmen, kırmızı, markalı bir gemici montu geçirmiş. Kolunda gören göze, görmeyen göze hitaben, eşşek kadar bir balıkadam saati... Görmeyip duyanlar, adam bütün koyları dalarak feth etti sanacak... Eğer iskeleden çivileme atlayabildi ise, dişimi kırarım... Regülatörden bir nefes çeksin, mimarlığı da bırakıyorum, blog yazmayı da...
Sonrasında ben bunları kaybettim, yemek yeme telaşına daldım, kitap okudum falan, unuttum.. Derken, anons yapıldı, kapıya gidin dediler... toparlandık, uçağa doğru hareketlendik...
Son bilet kontrolünde tekrar karşılaştık. Yanlarında iki tane kız çocuğu... Görünüşte herkes mutlu, dört dörtlük aile tablosu... ama ben kızları görünce anladım ki, bu kadın çakma anne...
Diyeceksiniz ki nerden bildin? Bir kere, çocukların üstüne sinen çekingenlik duygusundan... ne kadar neşeli olsalarda, yine de temkinli olmalarından... çocuklar annelerinin yanında azarlar... çünkü bilirler ki; anne güvenlik demektir, anne tüm tehlikelerin önünde kalkandır. Bir tek anne olsa, onlara birşey olmaz... o yüzden annenin yanında her çocuk pervasızdır. Bu garipler de o pervasızlık yoktu. Yerini, her dakika kontrol duygusu almıştı...
Baba, çocukları ile ilgiliydi. Görünürde kadında ilgiliydi... Hatta onlarla ‘nerede uçuyoruz şimdi biz... hadi hep beraber söyleyelim, business class’ şeklinde şakalaşarak, görgüsüzlüklerini ve ‘new money’ olmalarını cümle aleme ilan ediyorlardı... Çocuklar bu ikilinin neşesini ve ilgisini temkinle izlerken birşey oldu:
Bizim çingene maşası, usulca geldi, adama sokuldu ve parmaklarının ucu ile adamın elinden, kolunun iç kısmına kadar hafifçe dokundu... Ben gördüm, işin kötüsü, büyük kız da gördü... Kadın bu hareketi ile adama, kızların ile ilgilen, ama beni de unutma, diyordu... Çocukların yüzünden unutulmak, ikinci plana atılmak telaşı, onu uçağın kapısında bu denli erotik davranmaya zorluyordu... Henüz kendinden emin olmayan, karakterinden emin olmayan, sahip olduğu herşeyi yanındaki adama borçlu olmanın telaşı ile , yaptığı ve söylediklerinin iki küçük çocuğu ne hale getirebileceğini anlamayan veya umursamayan, tipik yapma sarışın, çakma anne davranışı...
Büyük kız ile göz göze geldik... Elimden geldiğince ‘boşver sen o geri zekalıyı’ bakışımla bakmaya çalıştım. Allah’tan kız ikisinden daha akıllı çıktı, anladı...  O’da bana ‘elden birşey gelmez’ bakışı ile baktı... Küçük olan başını öne eğmişti. Sözde, elindeki çantası ile ilgileniyordu... Baba ise bütün tüylerini alanen diken diken eden bu dokunuştan sonra, aklına gelen sahneler, sanki hiç aklına gelmemiş gibi davranıyordu...
Onlar önden yürüdü, ben geriye kaldım... İleride, çakma bir anne ile teşerrüf etme ihtimali olan iki kız çocuğunun gerçek annesi olduğumdan mıdır, yoksa sadece anne olduğumdan mıdır bilinmez, katil olma arzularımla arkalarından baktım... Derken arkadaşlarım geldi.. herkes tamam olunca, bende uçağa bindim... Business Class’ın yanından başımı sağa sola çevirmeden yürüdüm gittim...
Dedim ya; dün bunları anlamasaydım, bugün daha mutlu bir insan olacaktım...

Yorumlar

  1. Sen nasil yazar olmadin nasil su blogdaki yazilari acilen toplayip bir kitao cikar ilk okuyucun benim emin ol:)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı