Ana içeriğe atla

Dangalaklığın Felsefesi... (II. Bölüm)

Burada bir parantez açmamız lazım. Singer’in ‘Darwin’in Evrim Teorisine Sol Bir Yaklaşım’ adlı makalesinde, evrim geçiren insanın, bedeni ile birlikte evrimleşen davranışlarının temeli soruşturulmaktadır. Singer’e göre etik, evrilen davranış teorisine uymaz. Yani insan davranışlarının, evrim geçiren bedeni ile birlikte değişen ve gelişen seyrinin, etik denen kavrama nasıl ulaştığımızı açıklamadığını anlatır. Ve derki; etik bu dünyaya başka bir evrenden ışınlanmış gibidir… Bence etik, Tanrı’nın varlığının ve davranışlarımızın köklerinin ondan geldiğinin kanıtıdır. Bu aynı zamanda, çocukların anneleri ve babalarının davranışlarını tekrar etmeleri, huylarını almaları ile de benzeşir. İyi bir tasarım çözümünün tekrarlanması ilkesi…
Tekrar sorumuza dönelim; siz mutlağın ortasında yapayalnız kalsaydınız ne yapardınız? En basit şekli ile canınız sıkılırdı… Ve bu can sıkıntısı sizi harekete geçirirdi…  Muhtemelen Tanrı’nın da canı sıkıldı ve her şey böyle başladı…
Ne yani, şimdi biz basit bir can sıkıntısının ürünü müyüz demeyin…  İnsanlık tarihini bugün olduğu yere taşıyan pek çok icat, sadece can sıkıntısını yenmek için harekete geçen insanlar tarafından ortaya kondu… Ayrıca yaradılış sebebinin illaki de karmaşık ve anlaşılmaz olması şart mı? Can sıkıntısını yenebilmek için yaratılmayı kendimize yakıştıramıyor olabiliriz…  Ancak Tanrı’nın yalnızlığını paylaşmak için yaratmaya başlamasını çok görmemek gerek... Ben yalnızlığımı paylaşmak için yazı yazarım, marangoz ağaçtan bir masa yapar, aşçı yemek pişirir, yaratma kabiliyetine sahip olan da yaratır… Bunun çok derin bir anlamı olması gerekmez… Sesi güzel olan şarkı söyler…  Yürürsünüz, çünkü yürüyebildiğinizi bilirsiniz… Onun gibi bir şey işte…
Tanrı’nın yaratabilme kabiliyetinin bir uzantısı bizde de vardır... Sonuçta biz onun ikincil kopyalarıyız. Dolayısı ile biz de yaratırız. Çocuk sahibi oluruz. Varlıkları hayatımızı neşe ile doldurur... Çocuk sahibi olma arzumuzun temelinde yalnızlığımızı paylaşacak ve bizi her koşul ve şart altında sevecek varlıklara sahip olmak arzumuz yatar.
Derken çocuk büyür… Doğru dürüst bir insan olabilmesi için eğitilmesi gerekir. Çünkü cehalet ve yüksek bir egonun esiridir. Anne baba olarak ne yaparız, onu okula göndeririz.
Çocuk büyürken anne ve babadan uzaklaşır. Kendisini bulabilmek için buna ihtiyacı vardır. Büyüdükçe asileşir, onunla aramıza bazen kavgalar, kırgınlıklar girer… Derken çocuk yetişkin olur, kendi hayatını kurar, çoluğa, çocuğa karışır, nihayet hanyayı konyayı anlar… Ve yuvaya geri döner. Ancak o saatten sonra anne, babaya arkadaş olur. Ancak o saatten sonra anne babanın yalnızlığını paylaşabilir. Çünkü artık yaşamıştır, öğrenmiştir, burnu sürtülmüştür. Bunlar olmadan çocuk adam olmaz, dolayısı ile anne babaya dost da olmaz… Çocuklarını dizlerinin dibinden ayırmayan anne-babalar,  gün bitiminde ellerinde bir insan taslağı ile kalakalırlar… Ama çocuğunu, bağrına taş basıp uzağa fırlatan anne-baba, gerçek bir insan yetiştirmiş olur…
Tanrı insanı yarattıktan bir süre sonra, çocuklarımızla yaşadığımıza benzer bir şekilde işlerin çığırından çıkmış olmaya başlaması kuvvetle ihtimaldir. Çünkü insanda duygu ve irade vardır.  İnsanı yaratmadan önce, Tanrı’nın etrafı kayıtsız-şartsız itaat eden melekler ile çevrilidir. Meleklerin duyguları ve iradeleri yoktur. Ama irade ve duygu olmayınca paylaşım da olmaz. Böyle bakınca insan, şahane oyuncaklarla dolu bir eve gelen gerçek bir arkadaşa benzetilebilir.
Kutsal kitaba göre, insanı yarattığında melekler Tanrı’ya ‘bozgunculuk yapan birini neden yaratıyorsun. Biz her gün seni vecd ile hamd ediyoruz zaten’ derler. Anlaşılan Yaratıcının derdi, vecd ile hamd edilmek değilmiş. Veya bu formatta yarattığı varlıklar ile duygularını ve düşüncelerini paylaşmanın imkansızlığından bunalmış olabilir.  Yoksa kayıtsız şartsız itaat edenlerin başına, neden bozguncu insanoğlunu bela etsin…
Yaradılışın ilk günlerinde, Tanrı insana ‘sevgilim’ der. Her şeye sahip olanların, hiçbir şeyi olmayanlara karşı takındığı lütuf dolu tavırla, insana cenneti verir… İnsan bu cennette yaşar ve Tanrı ile yarenlik eder. Her şey ne kadar da büyüleyici…
Derken aralarındaki ilişkinin suyu çıkmaya başlar. Ben bunda bizim dünyada yaşadığımız ilişkilere benzer haller görüyorum ya neyse… Şimdi o vakitler kabahat kimdeydi, bilemiyoruz tabii… Ama güvenli tarafta kalmak adına, suç insanın diyelim… Kutsal kitaplar bunu yasak elma hikayesi ile sembolize ederler. Adem, muazzam cennet bahçelerindeki her türlü meyvenin içinde gidip ısrarla elmayı yiyince, Tanrı O’nun ciddi bir eğitime ihtiyacı olduğuna karar verir ve Adem’le sevgili eşi Havva’yı cennetten kovar… Bu kovuluşun Adem’den daha çok Tanrı’ya ıstırap vermiş olma ihtimali yüksektir. Neticede her türlü riski göze alarak  Adem’i yaratan O’dur. Tıpkı bizim her türlü riski göze alarak çocuk sahibi olmamız gibi… Çocuk evden gidince, genellikle acıyı çeken ana babadır. Tanrı’da belki sırf bu sebepten insanı cennetten kovar ama elini üzerinden çekmez… Ve böylece insan, kendisine elmayı yedirten zaaflarını törpülemek için dünyaya gelir…
Dünya, Tanrı’nın insanı adam olsun diye gönderdiği evden uzak, yatılı okuldur…
Bu okulun öğretmenlerine ermiş, derviş, peygamber gibi adlar verilir. Müfredat, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an şeklinde gelir. Bence bu konudaki her türlü pozitif düşünce müfredatın bir parçasıdır. Hepsi kendince katkı yapar. Kadere gelince, kader Tanrı’nın sizin için seçtiği okulun adıdır.
Her şeye sahipken gidip kıytırık bir elmayı yemesine sebep olan eksiklerini gidermek için, insanın bu kaderi izlemesi gerekir. Gidip elmayı yiyerek işleri berbat eden bir izansızlığın, kaderini seçmek için başıboş bırakılmasını aklınız alıyor mu? Sonuçta olaya logic bir bakış açısı ile bakarsanız, olgunlaşmak için kendisindeki eksiklikleri bilerek seçim yapan bir ruhun, olgunlaşmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü zaten olgunlaşmıştır. Kendisindeki eksiklerin farkına varmış insan, eğitimini tamamlamış demektir.  Problem, anlaşılmamış eksiklerin giderilmesidir. İnsan yaradılışı gereği, kendine hayrandır. Buna benlik denir. Kendisinin farkında olmasının bir parçasıdır. Bunun yan etkisi, kişiliğin kusurlarını görmezden gelmektir. Tanrı okulu, görmemek için gözümüzü kapattığımız eksik yönümüzü tamamlayacak şekilde seçer…  Aynı kusurlara sahip insanlar aynı eğitimi almak için aynı sınıflara konur… Belki bu ulusların karakterini açıklayan bir yoldur.
Benim kızım ve pek çok arkadaşımın küçük gurusu Deniz’e göre, bu dünyaya gelmeden bir an önce burada yapacağımız şeyler zihnimize yazılır. Sonra da bize o taraftaki yaşantımız unutturulur. Bu eve dönüş yolunun kapatılması demektir. Yoksa ilk günden bedenimizi iade edip gitmez miydik? Şahsen ben şu anda o tarafın neye benzediğinden emin olsam, çeker giderim. Bu unutuş, okulu asmamamızın garantisidir…
Burada yaşamaya, deneyimlemeye, yenilmeye, kazanmaya başlarız. Okulda didişen çocuklar gibi davranırız. Kavga eden çocukları izleyen ebeveynler gibi, Tanrı’da bizi izler… Gelişme adına,  müdahale limitlidir ve ancak çok gerektiğinde yapılır.
Her okulun öğrencilerinin kendi kuralları vardır. Bizde kendi kurallarımızı koyarız. Çünkü bunu yapmak için gereken irademiz vardır. Tanrı, bizim için en uygun okulu seçmiştir ama orada nasıl davranacağımız tamamen bize kalmıştır…
Derken buradaki eğitim biter… Öğreniriz, anlarız, yaşlanırız, olgunlaşırız ve süremiz dolar… Netice de hiçbir okul sonsuza dek sürmez… Bizde sonunda formalarımızı çıkarır, eve döneriz…
Evde bizi yaratıcımız bekler… Tıpkı okuldan eve döndüğümüz de annemizin beklediği gibi… Oraya yeterince anlamış, olgunlaşmış ve büyümüş dönmek bizim görevimizdir. Neticede bizi okula gönderen anne, nasıl buna değdiğini görmek isterse, bizi dünyaya gönderen yaratıcı da, buna değdiğini görmek ister. Bu zahmete ne kadar değdiğini göstermekse,  bizim Tanrı’ya teşekkür şeklimizdir.
İnsanın kaderine uymasının yolu, kendini akışa teslim etmekten geçmez. Kadere uymanın yolu, kim olduğunu bulmaktan geçer… Ve hepsinden önemlisi iyi bir insan olmaktan... Bunu yapabilmek içinde  çalışmak gerekir. Bozuk ampulleri yenisi ile değiştirmeye çalışmaktır kadere uymak... Sürekli öğrenmek, sürekli gelişmek, bunun için elden gelen her şeyi yapmaktır. Hepimizin Tanrı’nın meclisinde bir yeri olduğunu bilmek ve dönünce o yere layık olabilmek için çabalamaktır. Sonuçta; biz O’nun yalnızlığını paylaşmak üzere yarattığı ve O’nun veya bizim hırslarımız yüzünden dünyaya gönderdiği yansımalarıyız…
Evet söyleceklerim bundan ibaret… Yeni bir şey demedim… Benden önce yüzlerce insan, benzer veya aynı şeyler söyledi zaten… Tek farkla, bunu facebook’ta benim profilimden yayınlamadılar
Şimdi başa dönersek; her şey başladığı noktaya geri döner… Ve çözüm daima en basit olandır. Ve her şey çoğu zaman göründüğü gibidir…
Çok sevdiğim bir Zen kaon’ı ile bitireyim artık…
Ben aydınlanmayı aramaya başlamadan önce dağlar dağdı, nehirler de nehir…
Ben aydınlanma peşindeyken dağlar dağ değildi, nehirler de nehir değildi..
Ben aydınlanmaya erdikten sonra, dağlar yeniden dağ oldu, nehirler de yeniden nehir…
Kendinize iyi bakın, okul arkadaşlarım…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı