Ana içeriğe atla

Dangalaklığın Felsefesi…(I. Bölüm)

Geçen yaz okuduğum bir kitap, son günlerde iyice popüler olan, hatta popüler olmaktan bir adım daha öteye geçerek, insanların içine işleyen ‘sürece güvenmeyi öğren, kendini akışa bırak, kaderini aslında sen seçtin’ gibi söylemleri olan ‘Yeni Çağ’ın Felsefesi’ni bu şekilde tanımlıyordu.
Neticede tanım benim değil. Bunu birazda yazımı okuyanların tepkilerinden korunmak için söylüyorum.  Yani tanım için bana kızmayın… Ama tanımı anlamsız bulduğumu da söyleyemem. İsterseniz bunun için kızabilirsiniz…
Son günlerde bazı terslikler üst üste geldi. İşler, güçler, çocukların dertleri derken canım fena sıkıldı… Şimdi ‘İstanbul gibi yerde, iki kız çocuğunu bir başına büyütmek, hem de özel okullarda okutmak kolay mı’ diyerek içinizi kıymayım… Esasında bunlar gerçekten zor şeyler… Bir taraftan bakınca da hayatın olağan akışı… Genel tavır olarak, akışı olağan kabul etmekten yanayım. Ama bazen duygularım beni yeniyor, mantığıma galip geliyor ve kedere sürükleniyorum… Dün, nedir benim başıma gelenler böyle, dediğim bir anımda, arkadaşlarımdan biri ‘biliyorsun Güllü, bunları sen seçtin’ dedi… Şöyle durdum, bir düşündüm… Ben mi seçtim gerçekten bunları… İçimden bir isyan dalgası yükseldi... Ben nasıl bir salaktım ki, bunu seçtim… Allah da benim cezamı versin o zaman… Veya Afrika’da açlıktan ölmeyi seçen, tecavüzlere, cinayetlere kurban giden, işkence ile öldürülen onca insan nasıl bir sapıktılar ki, bu kaderleri seçtiler. Eğer biz seçiyorsak kaderlerimizi, dünyanın haline bakarak rahatlıkla söyleyebilirim ki; bizden bir halt olmaz arkadaşlar…  yazıklar olsun hepimize…
Peki ya seçmiyorsak kaderlerimizi… O zaman acaba nedir sorunun cevabı?
Bilinç insana Tanrı’nın hediyesidir. Bilinçli olmak durumu ortadan kalkınca, bizi kemiren tüm sorular ve cevaplar önemini yitirir. Bu yüzden insanın lanetidir bilinç, aynı zamanda… İnsan, bir kurgunun parçası olduğunu bilinçle idrak eder. Ancak idrak ettiği kurgunun sınırlarını bu bilinçle bulamaz… Ben kendimce insanda var olan tüm duyguların Tanrı’dan geldiğine inanırım. Dolayısı ile insanın bilinçli olma hali de Tanrı’dan gelir. Ama düzeni kurgulayanın bilincinin bir adım gerisindedir. Yani ikincidir. Bütün ikinciler gibi de, itaat etmek ile isyan etmek arasında ki ince çizgide gider gelir. Amadeus filminden Maestro Salieri’yi hatırlayın: ‘Tüm ikinciler, ben sizin kralınızım’… İnsan da açık ara bütün ikincilerin kralıdır. İkinci olmak yerine, üçüncü, beşinci, onuncu olsa idi huzur bulacak olan ruhu, kıyısında dolaşıp bir türlü vakıf olamadığı sırrın ateşi ile yanar. Ateşe çok yaklaştığında yol ikiye ayrılır. Kimileri bu kavşakta kayıtsız şartsız itaat etmeyi seçer, kimileri Salieri gibi haçı yakar…
Felsefe, insan bilincinin sorduğu sorulara cevap bulma ihtiyacından ortaya çıkar. Ve insanın ilgisi aslında kendine dönüktür. Evreni, Tanrı’yı v.s. anlamaya çalışmaz, kendine bu düzende bir anlam bulmaya çalışır. Bu yüzden geçtiğimiz yüzyılın tüm filozofları Tanrı’yı reddeder… Reddettiği şey gerçekten Tanrı’mıdır acaba? Belki de reddedilen, Tanrı kurgusunun getirdiği sezgisel gerçeklerin içine oturtamadığı kendi resmidir. Resmin fonunu sildiğinde, metaryalist dünyanın tüm elle tutulur gerçekleri ile başbaşa kalır. Elle tutulanı anlamak, gündelik dünyanın telaşını çözümlemek, biz neden buradayız, bu kadar zahmet ne için, nereden geldik, nereye gidiyoruz sorularına yanıt bulmaktan şüphesiz daha kolaydır.
Bazı insanlar zor olan yola gider. Kendine anlam yüklemek için Tanrı’yı ve yaradılışın sebeplerini düşünmeye başlar… Ama bir yerden sonra bünye bu sıkleti çekmez ve ortaya yeni çağın felsefesi çıkar. Yani kendini akışa bırak, teslim ol, kendi seçtiğin kadere sakın ha başkaldırma…
Geçenlerde bir kitapta şunu okudum:
‘Ampul değiştirmek için kaç Yeni Çağcı gerekir?’ Cevap: Hiç… Daha yeni  ‘Karanlığa uyum’ adlı destek grubunu kurdular…
Benim mantığım işte tam da bu noktada yeni çağın felsefesine itiraz eder… Ben karanlığa uyum grubu kurmak yerine, ampulü değiştirmekten yana olanlardanım… Ampul ışık vermiyorsa, onunla uğraşırım. Önce kendisini ışık vermeye ikna etmeye çabalarım. Şayet ampulde bir eksiklik varsa, gidermesi için yardım ederim. Mesela, kopan teli onarmak için nalburdan tel alır gelirim. Kendim beceremezsem, tamirci çağırırım. Ve en sonunda o ampulün yerine yenisini takarım. Çünkü ışık gereklidir.
Ama günümüzde ampuller kapışılmıştır. Herkesin ışık ihtiyacı tek bir ampulle karşılanabileceği halde bazılarında 100, bazılarında 1000 ampul vardır. Dolayısı ile bazılarında da hiç ampul yoktur. Bu ampulü zor elde edilir bir şey haline getirir. İçimizden bir kısmının ne kadar uğraşırsa uğraşsın ampule ulaşamayacağı açıktır. Burada ‘akışa teslim olmak’ saçmalığı sahneye gelir. Kendini bırak, fazla uğraşma… olmuyorsa zorlama… demek ki ampul senin kaderinde yok. Belki de yaratılmadan önce, karanlıkta kalmayı seçtin. Bu karanlığın sana öğreteceği şeyler olmalı… yoksa neden seçesin bu karanlığı… karanlıkta otur ve bunu neden seçtiğini anlamaya çalış… Böylece yaradılışının anlamını da çözeceksin…
Bana bu söylemler, metaryalist dünyanın baskısına dayanamayan insanın kendi kendini tesellisi gibi geliyor. Aksi takdirde, insanın bilinci bu yoksunluğun acısına dayanamaz. Marifet, yoksunluktan acı duymamaktır gerçi ama o da ayrı bir mesele….  Belki de kitlelerin tepkisinden korkan ampul sahipleri bu inancı kitaplar, filmler, yazılar aracılığı ile pompalamaktadırlar, kim bilir... Kitap raflarındaki ‘akışa teslim olarak hidayete erme kitapları’nın sayısındaki ciddi patlamanın arkasında, ciddi bir sermaye olması muhtemeldir. Tıpkı küresel ısınma için yapılan green peace eylemlerinin perde arkasında doğalgaz üreticileri ile kömür madeni sahipleri arasındaki çatışmaların yatması veya sigara karşıtı kampanyaların içki üreten firmalar ve uyuşturucu satıcıları tarafından desteklenmesi gibi…
Benim gibi kendinizi akışa teslim etmekten haz etmiyorsanız, bilincinizi başka bir şekilde susturmanız gerekir. Akışa teslim olmayı reddetmek, aydınlamayı arzu etmediğim anlamına gelmez. Ben de herkes gibi olanın bitenin sebeplerini anlamak istiyorum. Sadece satori’ye, yani  aydınlanmaya ermek için tuttuğum yol başka…
Ben bir tasarımcıyım. Ve bütün tasarımcıların bulmak istediği tek gerçeği aramakla geçti yıllarım. İyi bir tasarım yapmanın sırrı nedir? Sonunda şu noktaya vardım: İyi bir tasarımın temelinde, tek doğru ilke’nin tasarımcı tarafından keşfedilmesi yatar. İyi bir tasarım, bulunan bu iyi fikrin tekrarıdır. Her aşamada başka bir iyi fikirle çözdüğünüz tasarım problemi, yamalı bohçaya benzer…  Ayrıca her iyi fikirin kendine göre bir doğası olduğundan, çözüm yaratayım derken kaos’a sebep olmak ihtimali de vardır. Oysa tek bir ilkeden beslenerek büyüyen iyi fikir, kendisi ile çatışmaz ve sistem çalışır. Şimdi dünya yamalı bir bohçaya benzemediğine ve hepimiz kurgunun mükemmelliği konusunda hem fikir olduğumuza göre, tasarımcı başlangıçta ortaya çok iyi bir fikir koydu demektir. Bu iyi fikir her alanda tekrarlanarak çözümü getirir.
Biraz daha açarsak, tek bir temel ilkenin her durumda tekrarlanması makro ve mikro kozmosu oluşturur.  Bu yüzden yaradılışının sebeplerini anlamak isteyen insanların kendi doğalarından yola çıkması gerekir.
İnsan doğası denilen şey, bizi harekete geçiren dürtülerdir. Bizi harekete geçiren temel dürtü nedir? Haz… Temel olarak çaresizce hazzı arar, bunun karşıt duygusu olan acıdan kaçarız.  Peki, bize en büyük acıyı ne verir? Yalnız kalmak… Bir düşünür der ki; şayet insanlar bir odada tek başlarına kalmaya dayanabilse idi, dünya bambaşka bir yer olurdu… Bizi bir odaya kapattıklarında dışarı çıkmak, varlığımızı diğer insanlar ile paylaşmak için umutsuzca çırpınırız. Şimdi bu noktada Tanrı’yı düşünelim… Tanrı aslında sonsuz bir yalnızlık demektir. Zamanın ve yokluğun ortasında tek başına var olan ‘şey’ odur… Kendinizi bir an O’nun yerine koyun. Siz Tanrı olsaydınız ne yapardınız?

(Devam edecek)...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı