Bugün itibari ile tatilden dönmüş bulunuyorum. Aslında kızları annanelerine bıraktığım için, tatilden mi döndüm, tatile mi döndüm, orası henüz belli değil. Tamam, çocuklarımı seviyorum, onlarsız bir hayat düşünemiyorum ama, böyle kısa ayrılıklar da olmasa insan deli çıkar, mazallah... Kafa dinlemek her ebeveynin hakkı. Bizim gibi yalnız ebeveynlerin ise, iki kere hakkı...
Gerçi benim anne kalbim, yılın tüm yorgunluğuna rağmen, ayrılık anında tekledi... Hadi dönün benimle İstanbul’a, sonra birlikte geliriz, dedim. Ama sevgili sıpalak kızlarım, gidiş terminalinin önünde annanelerini görünce öyle bir koşup sarıldılar ki, görenler çocukları ‘gece asıp, gündüz indiriyoruz’ zannetti. Gelin benimle İstanbul’a, lafı da böylece kaynadı gitti... Çaresiz kızları teslim ettik, uçağımıza bindik, İstanbul’a geldik...
Dönüşte yanımda oturan, gayet zarif bir şekilde ayak ayak üstüne atmış, bacaklarındaki ve kollarındaki tüyleri jiletle kazımış, aşırı yakışıklı adamı saymazsak, tatilimizin en ilginç aksiyonu, at’la çıktığımız kır gezintisi idi. Bu adamı bir başka yazıda irdeleriz. Bazen bu adamların doğa üstü yakışıklılıkları, herşeyi doğal karşılamaya alışmış benim gibi kırk yaş üstü bünyelere bile ‘neden ama neden’ sorusunu sordurtuyor... Herneyse... adam, başka bir yazının konusu olsun, biz at mevzusuna dönelim...
Bu tatilin aksiyoneri, İpek’ti... Grubun geri kalanı, yiyelim, içelim, yatalım, zıbaralım derken, kendisi; tekneyle gezmeye gidelim, at binelim, koylarda dalalım, safariye çıkalım, uzaya roket atalım gibi değişik önerilerle haftamızı renklerdirdi. Ama İpek’ten başka herkes, tembelin önde gideni olduğundan, etkinlikler koylarda yüzme ve at binme ile sınırlı kaldı...
Koylarda yüzme konusu, bizimle yüzenlerden birinin Michael Jackson’ın mezardan çıkmış haline benzemesi dışında, olaysız geçti. Ama at binmek, işte orada durmak lazım... gerçekten anlatılmaz, yaşanır bir deneyim oldu...
Maceramız, bizim grubumuzun altı kişi, at grubunun ise beş at olması ile başladı. Dolayısı ile bir kişi at’sız kaldı. Çocuklardan birini at’ımızın terkisine atsak, nasıl olur derken, tur rehberi aradı, altıncı at’ın bulunduğu müjdesini verdi. Ve bilin bakalım, bulunan at kime denk geldi... bildiniz, tabii ki bana...
At binmek için gittiğimiz dağ başında, bir çitin üzerine sırayla bağlanmış at’lar ilk bakışta birbirine benziyordu. Veya ben o sırada at’lardan fobi derecesinde korkan Defne’yi sakinleştirmekle meşgul olduğum için detayları kaçırıyordum, bilmiyorum... Defne hayatından bu korkuyu çıkarmak istiyor ama, gözlerinden akan yaşlarla çaresiz atın yanında dikiliyordu. Sonunda Didi, cesaretini toplayıp at bindiğinde, ortada benden başka at binecek ne bir Allah’ın kulu, ne de Çilli’den başka at, zaten kalmamıştı...
Rehber seyislerin yardımı ile, biraz tırmanarak, biraz emekleyerek at’ın eğerine oturdum. Grubun diğer at’ları ip gibi sıraya dizilmişti. Öndeki at yürüyünce, hepsi yürüyor, durunca da duruyordu... Çilli hariç.. Çilli bu çiftliğin at’ı olmadığından öbür at’lara yaklaşmaktan ürküyordu... Tabii ben bunları sonradan öğrendim. O sırada Çilli, benim için grubun biraz arkasında kalmış bir at’tan başka birşey değildi.
Herkes yerine yerleşince, en öndeki Abdüley yürüdü... Diğer at’larda peşinden gitmeye başladı... O sırada Selcan’ın sesini duyduk: Hocam bu at gidiyo, hocam... E yani, gitmesin mi şimdi bu at, dursun mu? Biz bir etek dolusu parayı, öylece dikilsin diye mi verdik bu at’a...
Grup, düzlükten tepeye sardı... Hepimiz o sırada alışma telaşındaydık... dizginleri bir tutup, bir bırakarak bu yeni becerimizi test ediyorduk... aaa ne güzel, yok be, korkulacak gibi değilmiş, çocukların eğerimi kaydı yoksa, korkmuyorsun di mi kızım, sesleri arasında tırmanmaya başladık... Derken o da ne, Çilli aniden durdu... Önünde bir tutam ot vardı, onları yemeye koyuldu... Ben de beklemeye başladım... Başladım ama, grup alıp başını gitti. Rehberi gözden kaybeder gibi olunca seslendim: Hocam, ben kaldım burada... Kime diyorum ben... hocam, hocammmm, hocammmm.... Son iki hocam, yusuf yusuf kıvamında çıktı ama olsun... Olur artık o kadar... Ne de olsa ilk deneyimim, kınamamak lazım...
Rehber geldi, benim at’ımın yularını tuttu, çekti, hizaya soktu... Bana da ‘abla, durunca ayaklarının topukları ile karnına vur, o yürür, dedi, gitti...
Biz kaldık mı Çilli ile başbaşa... Rehberin çok fazla dikkatini dağıtmamaya çalışıyorum. Benim yerime çocuklara gözkulak olsun istiyorum. Ama Çilli’de hiç halden anlayacak gibi değil, gördüğü her ot demetinin başında duruyor. Allahım vursam mı karnına, ne yapsam... ya çok vurursam, şaha kalkarsa, ürküp parlarsa... alır beni götürürse... allah vermeye ‘badi Ekrem’den beter olursam... Güzel Allah’cım, yarabbicim, aklıma bir fikir getir, şu Çilli’yi grupla beraber yürütebileyim ne olur...
Sonuncu at’ın kuyruğu da köşeden dönünce, baktım çare yok... Dizginleri hafifçe çektim... Çilli başını yavaşça kaldırdı... Aklıma adını söylemek geldi... Hadi Çilli, güzel atım benim, yürü kızım... bak herkes gitti, biz kaldık... arada da pozitif motivasyon yapıyım diyorum, aferin Çilli, aferin kızım sana... ben aferin der demez, başını tekrar ota sokuyor mübarek... Grup iyice uzaklaştı, allahım bu at’la bir başıma, ne halt edicem bu dağın başında... insem mi acaba.. ya düşersem... hem sonra kendi başıma geri de binemem... sonunda korkunun ecele faydası yok, ne olursa olsun diyerek atın karnına topuklarımla vurmaya karar veriyorum. Evet, vuralım bakalım, akacak kan damarda durmaz.. aaa o ne... ayaklarım at’ın karnına yetişmiyor... veya Çilli o kadar zayıf ki, vurulacak karın yok... aldın mı asmadan kabağı üç çift çarığa... çek çek de bitirme... şimdi ben ayvayı yedim, sen de otları ye bakalım Çilli, afiyet olsun...
Rehber yokluğumuzu fark edip geri döndüğünde, Çilli’ye ‘ay kocaman, at kara’ şarkısını söylüyordum...
Ay kocaman, at kara,
Torbamda zeytin kara,
Bilirimde yolları, varamam Cordaba’ya...
-Abla, sen ne yapıyorsun?...
-Ben iyiyim, sen ne yapıyorsun...
Adam Çilli’nin yularını tutuyor, tekrar sıraya yetişmeye çalışıyoruz. Grubu yakaladığımızda bu düzensizlikten bunalan Selcan, atları toptan azarlıyor:
‘Ne bu böyle, biri gider, biri durur... Önünüze bakın, sırayı bozmadan yürüyün bakıyım...’
Tabii... hepsi bir tamam anladı. Nerden bildin derseniz , Selcan’ın atının, bu ültümatomla birlikte yoldan çıkıp, bir tutam taze ot uğruna, bayırdan aşağı gitmeye başlaması herşeyi açıklıyor...
Yaklaşık beş kilometrelik yürüyüşten sonra tepeye varıyoruz... ama burada bizi bir sınav daha bekliyor. Atlar bağlanacakları yere çekilmeden önce yokuşta arka arkaya duruyorlar. Seyisler sıra ile herbirini düze çekip, biniciyi aşağı indiriyorlar. Ben en arkadayım... içimden ‘şimdi bu at geri kaysa, acaba bana neler olur’ diye geçiriyorum. İnsan böyle zamanlarda, bir el freni için neler vermeye hazır oluyor, bilemezsiniz...
Dinlenme molası yarım saat... Sonra tekrar at bin, bu sefer tepeden aşağı... Tepeden inmesi, çıkmasından zormuş meğerse... her dakika, ha düştük, ha düşücez... O sırada telefonum çalıyor. Çok biliyorum ya ata binmeyi, telefona da cevap veriyorum. Arayan kuzenim Zeynep... Abla na’ber... iyilik valla, ata biniyorum... Allah seni ne yapmasın, bir at’ın eksikti, diyor... hakkaten bir at’ım eksikti.. artık bir at’ım da oldu, böylece hiçbir eksiğim kalmadı...
Mola yerinde rehberle biraz lafladık. Bize at’ların soyunu sopunu anlattı. Uğurlu ve Polat İngiliz kırmasıymış. Uğurlu, Polat’ın annesiymiş. At’larımız kalın bilekli, Anadolu at’ıymış. Bu at’lar hem uysal, ham dayanıklı olurmuş. Bizim gibi acemilere yarıştan çıkma at olmazmış... Ben bir ara Çilli’iyi soruyorum. Peki diyorum Çilli, kimin nesi, kimin fesi?... kaç yaşında bu hayvan... Meğer Çilli beyaz bir at’mış. Beyaz at’lar 12 yaşına gelince çillenmeye başlarmış. Benim at’ım çilden görünmüyor. Bu hesap doğru ise, sanırım yaşıtız. Veya Çilli benden ay farkı ile küçük... Rehber gülüyor: ‘abla atlar o yaşa kadar yaşamaz, diyor... bak, bak, bak... laflara bak... ulan eşşek sıpası, dua et sana ihtiyacım var, yoksa gösterirdim ben sana kaç yaşında olduğumu, angut...
Akran olduğumuzu öğrenince Çilli’ye başka bir gözle bakmaya başlıyorum. Ne de olsa ikimizde feleğin sillesini yemiş, orta yaşlı kadınlarız... Bırakıyorum istediği otu yesin.. hiç değilse, ahir ömründe rahat etsin gariban...
Son düzlükte Çilli’nin dizleri titremeye başlıyor. Acaba insem mi diye düşünüyorum... ama sonrasında ne yapıcam. Ayağımda uyduruk bir terlik, zemin kayalık... iki atım bile atamam bu halde...
Derken Allah acıyor, verdiğimiz sadakalar karşılık geliyor, ne Çilli'ye, ne bana birşey olmadan, salimen başlangıç noktamıza geri dönüyoruz. Çilli’yi sevgiyle okşuyorum... Benim güzel at’ım, bu koca gövdeyi, güneşin altında üç saat taşıdın. Hakkını helal et...
Otele dönünce herkes benimle alay ediyor. At’ın da pek bir güzeldi, diye... Güzel di tabii, ne var... bu dünyada güzelliğin ölçüsü ne ki, benim at'ım çirkin olsun... Mühim olan iç güzelliği...
Haftaya onlara inat, Gazi koşusundayız... Ben Güllü, at'ım Çilli... Bekleriz efendim...
Yorumlar
Yorum Gönder