Ana içeriğe atla

Sinan'ın hamamları, yakılır külhanları...


Geçen ay Çemberlitaş’a gittik. Yine bir Sinan eseri, yine ustanın izinden çıkılan bir yolculuk… Yine mimarlık’ın derimizin altına işlemiş hasletleri ile sabahın köründe yollara düşmeler… Hedefimiz Çemberlitaş Hamamı… Tamam, Sinan konusundaki dikkatimiz daha çok ustanın hamamlarına tekzip olmuş olabilir ama sonuçta eser, eserdir…  Bizimle sırf bunu bahane ederek dalga geçmek isteyen meslekdaşlarım olursa, onlara şunu demek isterim: siz de gidin de, varsın gittiğiniz hamam olsun…

Hamam’ın girişi güzel düzenlenmiş. Hem turistik, hem temiz, pak… İçerisi sabahın çok erken bir saatinde olduğumuz için nispeten tenha… Burada soyunma odaları yok. Soyunma odalarının içine yerleştirilmiş, soyunma dolapları var. Anahtarlarımızı alıp, hiçbir şeyi unutmamak adına iki kere kontrol edilmiş kıyafet çantalarımızla bu odalara çıkıyoruz. Biraz sonra odaya ‘temiz don’ servisi yapılıyor. Ağzı büzgülü, parlak küçük keselere koymuşlar. Demek ki detaylara dikkat ediliyor…

Sinan, Allah rahmet eylesin, yine döktürmüş. Hayran olmamak elde değil. Kurnaların üzerine birer hüzme şeklinde ışık düşürmüş… Gerçi sonradan bizimkiler çıplak kablonun ucuna bir ampül takarak olaya çağ atlatmışlar ama olsun… Hamam’ın içinde küçük bir de havuz var. Havuzun üzerini  yine güzel bir kemerle geçmiş… Çok hoş, çok naif…

Hamam’ı yaptıran, Hürrem’in gelini Nur Banu Sultan… Nam-ı diğer Venedikli Raşel... Aslen  Yahudi bir ailenin kızı... İspanyolların zulmünden kaçarken, Osmanlı donanması tarafından esir edilerek İstanbul’a getirilen ve Pera’da satılan 1500 köleden biri. On yaşında saray görevlilerinden biri tarafından satın alınmış. Zekası o yaşında bile belliymiş. Hürrem’in dikkatini çekmiş. Bu kızı yetiştirip, oğullarından biri ile evlendirmeyi kafasına koymuş. Raşel büyüdüğünde dillere destan güzellikte bir kız olmuş. Hatta O’nun Osmanlı sarayının gelmiş geçmiş en güzel sultanı olduğu söylenir. Selim, kızı görür görmez aşık olmuş ve hayatına giren onca kadına rağmen, Nurbanu’nun etkisinden bir daha kurtulamamış…

Malumunuz gelin, kaynana toprağındandır, derler. Nurbanu, her yönü ile Hürrem’e layık olduğunu ilk günden ispat etmiş. Bayezid üzerine kurulan saltanat oyununu derhal fark etmiş. Osmanlı’daki yerleşik saltanat adetleri gereği, Bayezid padişah olursa, Selim’in  Süklüm ağa olmak ihtimali bile kalmadığından, konuya el atmış. Hürrem’le aralarında neler oldu, neler bitti bilinmez ama, sonuçta Selim padişah olduğuna göre, boynuzun kulağı geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kapının üstündeki kitabede, hamamın kimin tarafından yaptırıldığı yazıyor. İnsan okuyunca, ister istemez acaba Hürrem’le Nur Banu buraya gelmişler mi, bu taşlarda oturmuşlar mı, bu kurnalarda su dökünmüşler mi diye düşünmeden edemiyor.

Bildiğiniz gibi tarihi hamam gezilerimizi organize etmeyi kendine iş edinmiş  bir arkadaşımız var. Bu sefer olayı bir adım daha ileri taşımış ve hepimize Mahmut Paşa’dan birer Hürrem Sultan yüzüğü almış. Yüzüklerimizi taktık, peştamâllere sarındık, bir havalar, bir havalar, indik kurnaların başına oturduk. Gören olsa diyecek ki; Hürrem, Mahidevran, Hafsa Sultan mezardan çıktı, geldi… o kadar çalımlıyız yani… Devamında yüzüklerimizin aynısını natır kadınların elinde görünce havamız biraz indi ama olsun...  Olur o kadar…

Ben bu sefer kese, köpük, maske, muske işlerine girmedim. Geçen seferden aldım ağzımın payını... Bizimkiler gitti, göbek taşına boylu boyunca uzandı... Hepsinin ayrı ayrı tadını çıkarıyorlar. Ben kendi kendime yıkanıyorum... Sabun, şampuan… Yeter, neme lazım. Geçen sefer çektiğimi bir allah biliyor, bir ben... Şurada kendi çapımda görürüm işimi, olur biter… Bundan önce natırlar kese-köpük masajı yapmıyor diye kirden ölmüyordum herhalde…

Bu sefer masaj bölümüne yazıldım. Portakal çiçeği esansı ile aromaterapi… Kızlar yıkanana kadar havuzda yüzdüm, jakuziye girdim… Sonra hep beraber masaj odasına geçtik…

Masaj yataklarını sıra sıra dizmişler… Bizde yüzükoyun yan yana uzandık. Yatakların yüze rastgelen yerlerinde delik var, oradan hamamın zeminine bakıyoruz, masözlerin gelmesini bekliyoruz.

Derken üç tane teyze geldi. Yüzlerini görmüyoruz ama, seslerinden altmış’a merdiven dayandığı belli… Bir tanesi sordu: Rus mu bunlar…  Yok teyze, Türk’üz… hayırdır, popolardan öyle mi anlaşılıyor?
Kadın olaya vakıf: Popolar her zaman aynıdır. Rus, Türk fark etmez…
Vaktiyle Rus popolarından fena halde canım yandığından mevzunun ucunu bırakmıyorum. Eeee teyze, diyorum… Madem popolar aynı da, biz ne demeye çektik o kadar eziyeti… Allah’tan reva mıydı?
Ah be yavrum, diyor kadın... Kim çekmedi ki… Yalnız sen bu kadar konuşursan biz masaj falan yapamayız, sen yat bakim şuraya... Kafanı da şu deliğe sok... tamam… Hadi bismillah…

Zılgıtı yedim. Bir daha konuşursam iki olsun. Ama masaj bir saat... Biraz sonra sıkılıyor, başlıyor kendisi anlatmaya…

‘Geçen hafta bir rus geldi’. Kese-köpük masajı almış. Onbeş dakika yaptım, çıktım. Bu seninki ne yapsa beğenirsin. Arkamdan  şikayet etmeye gitmiş… Diyor ki; ‘siz bana az yaptınız’… Ben otelde yaptırdım, çok yaptılar…  Müdür sormuş; yapan kadın mıydı erkek miydi… Cevap; erkekti… Müdür demiş, dua et başka bir şey yapmadı’…

Bu rus kadınlar iyi hoşta, biraz eblek mi ne? Bizim Türk kızları olsa anında uyanırlardı. Bir saat kese- köpük masajı mı olur? Veya Türk erkeklerinin tabiatını bilmiyor garipler… Bizim doğuştan getirdiğimiz korunma refleksleri yok onlarda…

Hamam sefası, Sultanahmet köftecisi ile devam ediyor. Biz güzel güzel köftelerimizi yerken, yan masadaki adamın belinden birbuçuk kiloluk 9 mm’lik Colt silahı ‘güm’ diye yere düşünce, Esra biraz sarsılıyor ama çabuk toparlıyor…. Devamında ‘yiyenler ölmüş de, yemeyenler ölmemiş mi’ diyerek irmik helvalarını da gövdeye indiriyoruz. Böylece sıcak suyun hatırına belki verdiğimiz yüz gram varsa, onu da geri almış oluyoruz…

Tramvay, vapur tariki ile Kadıköy… Bir taksiye atlayıp ofise gidiyorum. Toplantı başlamak üzere…

‘Gülfem Hanım merhaba… gelmeyeceksiniz sandık…’
‘Teknik bir geziye katılmam icab etti.. Önemli bir tarihi yapıyı inceledik.’
‘Mimarı kim…’
‘Sinan… Mimar Sinan…’

Kahveler geliyor, sorgu faslı bitiyor. Toplantıya başlıyoruz…

İnşallah yanaklarımın pembeliğinden ve tüm odayı dolduran portakal çiçeği kokusundan yapının fonksiyonunu anlamazlar….

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı