Ana içeriğe atla

Babalar ve Kızları...

Bir konu hakkında çok fazla yazılı çizili döküman varsa, herkes O’nun güzelliğinden ve özelliğinden söz ediyorsa, o kavramın içi boştur, anlatılanlar kocaman bir yalandır. Misal aşk... Adım başı aşk hakkında yazılmış bir şiir, bir şarkı, bir makale, bir roman vardır. Neden? Çünkü aşk diye bir şey yoktur. Ama yokluğu insana ağır gelir, varoluşumuzun anlamsızlığından dolayı duyduğumuz korkuyu körükler. Oysa biz tutunmak isteriz. Kendi irademizin dışında gelip, yine kendi irademizin dışında gittiğimiz bu dünyada, bedenimiz dahil, hiç bir şey üzerinde zerre kadar kontrolümüz olmamasının acısını, sanki aşk varmış da, biz bunu yaşıyormuşuz gibi yaparak aşmaya çalışırız.

Ekvator çizgisi misali varlığını kabul ettiğimiz ama göremediğimiz, gündelik yaşamda da bize hayrı dokunmayan diğer kavramlardan bir tanesi de babalar ve kızları arasında var olduğu iddia edilen sevgidir. Tüm baba adayları anne karnındaki çocuğun cinsiyeti belli olmadan önce ‘aman yeter ki sağlıklı olsun’ derler... Cinsiyet belli olduktan sonra çocuk erkekse kabara kabara ‘oğlum olacak’, çocuk kızsa kabulleniş ve tevekkülle ‘kızımız olacak’ deme vakti gelir. Eş, dost, akrabanın davranışları da babanın ruh haline paraleldir. Oğlum olacak, diyen erkeğe hayırlı olsun, diyerek geçilip gidilirken, kızım olacak, diyen bahtsıza ‘kız evlat, has evlat’, ‘on tane oğlum olacağına, bir tane kızım olsun’, ‘kızım olsun da çamurdan olsun’ şeklinde mesaj kaygılı kutlamalar yapılır.

Kız evladın baba gözündeki yeri, ancak ilk çocuk erkek ise kabul edilebilir bir yerdir. Dünyaya bir erkek evlat getirerek, muhteşem genlerinin ve eşi bulunmaz soyadının devam edeceğine inanan erkek, ikinci sırada gelen kızını sevmekte, nazlatmakta bir sakınca görmez. Ama kız, birinci çocuksa, arkasından oğlan doğana kadar geçen sürede hissedilen ‘ya oğlum olmazsa’ kaygısı, beşiğinde hiçbir şeyden habersiz yatan garibana duyulan evlat sevgisinin dibine dinamiti koyar...

Durumun tek istisnası annenin cerbezerli bir kadın olması ile ortaya çıkar. Şayet anne dirayetli, aklı başında, kocasına söz dinletebilen bir kadınsa, kız evlatlar sevilir. Değilse, ne anne sevilir, ne kızları...

Değişen toplum düzeni, bu hallere bir yenisini eklemiş. Bende başıma gelince fark ettim. Dirayetli annenin kızlarının, boşanma ile değişen yerleri...

Geçenlerde avukatım ile toplantı yapıyorduk. Toplantının bir yerinde laf döndü dolaştı parçalanmış ailelerin çocuklarının durumuna geldi. Avukatımın verdiği istatistiki bilgiye göre, babalar kız çocuklarının velayetini genellikle istemiyorlarmış. Velayet savaşına konu olan çocuk yüzde doksanbeş erkek çocuk oluyormuş. Ayrıca boşanma sonrasında bir çocuk babası tarafından maddi açıdan destekleniyorsa o çocuğun erkek olmak ihtimali yüksekmiş. Anlaşılan babalar anneden ayrılınca erkek çocuklarından bir kez, kızlarından iki kez ayrılıyorlar.

Dün küçük kızım Deniz Ece’nin doğum günüydü. Akşam Defne ile birlikte ikisini aldım, kutlama yemeğine götürdüm. Deniz Ece’nin en sevdiği restorana gittik. Öğlen makarna yediği halde, doğum günü olduğu için bir kez daha makarna yemesine ve limitsiz kola içmesine müsade ettik. Yemeğin ortasında kulağıma eğildi, anne bütün gün telefonumu hiç kapatmadım, ama babam yine de aramadı, dedi...

Böyle anlarda dünya sanki birkaç saniyeliğine dönmeyi bırakıyormuş, gibi hissediyorum. Etrafımdaki herşey bir karanlık ve sessizliğe gömülüyor. Sessizliğin ortasında sadece Deniz ve ben varım. Bir takip ışığı ikimizi aydınlatıyor. Çatalı tutan bebek elleri takılıyor gözüme... bana hissettirmeden, kuru domates ve ceviz parçalarını makarnasının krema sosundan ayıklamaya çalışmasını izliyorum. 

Tek tesellim, yaşadıklarımızın istisnai bir durum olmaması... Biz durumun istisnası olsaydık, medeni kanun da 2500 sayfa olmazdı, değil mi...

Yemeğin devamında yemek mi yedim, dayak mı yedim bilmiyorum. Ama böyle zamanlarda bile çocuklarımın anlattıklarını dinleyecek, espirilerine gülecek, oradaymışım gibi davranacak gücü bulabiliyorum. Sanırım muhtaç olduğum kudret, anne olmak hasebi ile damarlarımda dolaşan kanda saklı....

Birgün babam ‘allah erkekleri duygulardan arınmış yaratmıştır. Öyle olmasaydı elimize kılıcı alıp, savaşa gidemezdik’ demişti. Gerçi ortada ne gidilecek savaş kaldı, ne ele alınacak kılıç... ama olsun, belki de duygusuzluk hakikaten allah vergisidir. Buna kalpten inanmak ve affetmek istiyorum. Hem kendim için, hem çocuklarım için...

Gerçi babam haklıysa eğer, taraflardan birinin erkek olduğu her türlü duygusal aktivitenin baştan ölü doğduğunu söyleyebiliriz. Buna aşk da dahil, evlat sevgisi de...

Gördüğünüz gibi konu yine başa döndü. Başa döndüğümüze göre, mevzuu bitti, daire kapandı. Anlaşıldığı kadarı ile ağlayıp gözden, dövünüp dizden olmaya gerek yok. Böyle gelmiş, böyle gider deyip yaşayacağız.

Aklıma Sezen’in bir şarkısı geldi... 
'Gittiğin gece ardından iki kadın ağlayacak. Biri annen, diğeri ben... ama benim biraz ahım kalacak...'

Bende böyle gelmiş, böyle gider deyip yaşayacağım ama galiba benimde biraz ahım kalacak...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı