Ana içeriğe atla

Bu Sefer Güldürmedi...

Bugün bir arkadaşım aradı. Toplantımın nasıl geçtiğini sordu. Bende anlattım, şöyleyken şöyle oldu, böyleyken böyle oldu, diye... Sonra aklıma geldi ‘toplantı için aradın da, annen nasıl diye neden aramadın’ dedim. Verdiği cevap aynen şöyle; yahu aslında aramayı düşündüm ama senin olaya karşı duruşunu tam değerlendiremedim.

Başkası olsa, kıvırıyor diycem. Ama diyemiyorum. Neden diyemiyorum? Çünkü kendisini tanıyorum. Ne kadar düz bir insan olduğunu biliyorum. Bunu bir çok kereler deneyerek öğrendim. Kendisi yalan söylemektense kalbimi kırmayı tercih eder. O yüzden duruşunu değerlendiremedim, diyorsa, muhtemelen duruşumun değerlendirilecek bir tarafı yoktur.

Kendisinden konuyu biraz açmasını istedim. Önce annem hasta yazdın, sonra statüsler normal espirili akışına dönünce, ben de ‘life goes on’ moduna girmiş dedim, halini hatırını sormaya gerek duymadım dedi...

Geçenlerde buna benzer birşey daha oldu... Kendimi kötü hissediyordum. Facebook’a şöyle yazdığımı hatırlıyorum.

‘Kendimi çok kötü, çok üzgün, çok yalnız, çok yetersiz, çok zırt, çok pırt hissediyorum...’
Peki cevap olarak ne geldi dersiniz? ‘Güllü, çoktandır parti yapmadın, için sıkıldı, yap bir parti de kendine gel...’

Yılbaşı akşamı arkadaşlarım evlerine davet etti. Aldım çocuklarımı gittim. Yedik, içtik, eğlendik ve tüm bunlar olurken bütün gece neredeyse ben konuştum, onlar dinlediler ve güldüler... Giderkende ‘teşekkür ederiz, renk kattın’ diyerek yolcu ettiler.

Onlar böyle deyince, aklıma babamın gençliğinde Beyaz Saray gazinosunda soytarı Lütfi ile birlikte sahneye çıktığı zamanlar geldi.  Soytarı Lütfi dedikleri, Lütfi Kopan... Yeşim ve Yekta Kopan’ın babası... Ben bu yüzden çocukken, çizgi filmlerin jeneriklerinde ikisinin adını görünce çok sevinirdim. Yüzünü bir kere bile görmediğim bu çocuklara kendimi yakın hissederdim. O zamanlar bu iki kardeş çok popülerdi. Hem televizyonda, hem radyoda seslendirme yaparlardı. Ben de okulda arkadaşlarıma ‘Yeşim’le Yekta’nın babası ile benim babam arkadaşmış’ derdim. Hatta ‘Emel Sayın’la Yüksel Uzel’de babamın arkadaşı...  Hem  Ziya Taşkent  dün bize ev oturmasına geldi,  gibi cümleler kurardım. Aklım başıma gelip de, diğer insanların evine böyle misafirler gelmediğini öğrenip susana kadar çok zorlandım.

Babamın yirmili yaşlarının sonunda evdeki yedi nüfusu geçindirmek için üçüncü işi olarak çalıştığı Beyaz Saray gazinosunun tone-maister’lik kadrosundan, kuliste anlattığı anekdotlar ve fıkralar sayesinde stand-up’çılığa terfi etmesinin öyküsünü başka bir yazıda anlatmak üzere bir kenara bırakayım ‘renk kattın’ lafından çıkıp buralara nasıl geldiğimize döneyim. Babam ve Lütfi Kopan’a gazinoda ‘renk’ derlermiş... Solist var, korist var, assolist var, üvertür var ya... renk de öyle birşey işte... Yılbaşı akşamı beni ‘renk kattın’ diye yolcu ederlerken işte bunları hatırladım. Böyle dediklerine göre bende de soytarılık kabiliyeti var, diye düşündüm...

İnsanın karşısındakileri güldürebilmesi güzel bir şey... hani kadınlar kendilerini güldüren erkekleri seviyorlar ya, erkeklerde güldüren kadınlara sıcak bakıyorlar anlaşılan... böyle insanlar için şöyle deniyor;

Güzel ve/veya yakışıklı değil ama sevimli... anlamı ‘kusura bakmayın, elimizdeki mal bu’...

Erkeklerin kendilerini güldüren kadınlara alaka göstermeleri ile ilgili ilginç bir anım var... Vaktiyle, bana karşı tutum ve davranışını bir türlü çözemediğim bir adamcağız vardı. Bir gün biz arkadaşız, diyor, bir gün sanırsın asılıyor... Eh madem asıldın, bari gerisini getir, deyince yeniden biz arkadaşız'a bağlıyor,  falan filan...  Derken bir gün sordum; anam senin zorun ne, diye... böyle iki arada bir derede, ne yapmaya çalışıyorsun... Cevap olarak; benim senin kadar güldüren başka arkadaşım yok, dedi... Haydaaa... İyi de benim, beni güldüren  çok arkadaşım var, ne yapıcaz şimdi, dedim... O zaman sen aradan çık, ben arkadaşların ile görüşeyim, dedi... Eh madem öyle Allah selamet versin dedim, döndüm arkamı gidiyorum, baktım sesleniyor ‘olmazsa telefonda görüşelim...’

Ama ben başıma geleceği biliyorum. Öldüğüm zaman caminin avlusu artiz cenazesi gibi olacak. Hani Cem Yılmaz anlatıyor ya... İşte öyle... Söylenecek laflar da belli... Bu sefer güldürmedi... Son şakasıydı...

Gaye’ye vasiyet ettim. Beni tabutun içine mancınıkla gerdirerek yatıracaklar. Biri gelip öyle ‘son şakasıydı’ ‘ bu sefer güldürmedi’ falan derse, düğmeye bi basacaklar, ben ‘semi allah-ü limen hamide’ diye tabutun içinden fırlıycam... Elbirliği ile, adamı bir daha Nasrettin Hoca fıkrası bile dinleyemeyecek hale getiricez...

Sonra akşam olacak. Tabuta mancınık tertibatını kuranlar, evime gidecekler. Tencereyi ocağın üzerine koyacaklar. Hoca usul usul Kur’anı nı okurken, helvayı kavuracaklar. O akşam, bir gülüp bir ağlayarak hem helvalarını yiyecekler hem de bir yerli araba parasına aldığım şu aşırı pahalı ve aşırı kaliteli  harman kardon müzik setimden palyaçonun aryasını dinleyecekler. Bunu sonuna kadar hak ettiler. Ne de olsa akan gözyaşlarını bir tek onlar gördüler....




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı