Ana içeriğe atla

Vazgeçtim....

Vazgeçmek nedir diye hiç düşündünüz mü? İnsan neden vazgeçer bir şeyi yapmaktan? Bıkmak mıdır, usanmak mıdır veya yenilmek midir vazgeçmek...

Türk Dil Kurumu’nun büyük sözlüğünde vazgeçmenin karşısında ‘kendi hakkı saydığı bir şeyi artık istemez olmak’ yazıyor...  Eskiden beri yapmakta olduğu bir şeyi yapmaz olmak, niyetten veya karardan dönmek, caymak...

Diyeceksiniz ki, sözlükten kelimelerin anlamına bakmakta nereden çıktı şimdi... Şöyle ki;  ‘my best friend’s wedding’i yeniden seyrettim. Bilenler bilir, cep telefonlarının henüz tuğla kadar olduğu zamanlara ait harika bir filmdir. Bir aşk hikayesi kisvesi altında, vazgeçişin hüznünü anlatan enfes bir kurgusu vardır. Kısaca özetlersek; esas kız, bir hayli debelendikten sonra, esas oğlanın başkasını istediğini nihayet kabul eder. Bana göre en güzel sahne final sahnesidir. Ruppert Everet’in, Julia Roberts ile dans ettiği sahne... Ruppert, Julia’ya ya ‘belki evlilik olmayacak, belki seks de olmayacak ama dans olacak... Hayat devam edecek, der...

Geçen sene, bir otel projesinde çalışıyorduk. Bir taraftan biz, bir taraftan otel yönetimi adına çalışan profesyonel yönetici ekip, otelin sahibi aileyi bir türlü işlerin mimarlık ve mühendislik kaidelerine göre  yapılmasının gereği konusunda ikna edemedik. Diğer projelerde üzerinde tek bir dakika dahi tartışılmayan konular, bu proje için günler süren müzakerelere konu oldu. Misal klimaların sayısı, kapasitesi, sprinkler sayıları, yangın yönetmeliğine göre konulması gereken yangın asansörü, kanal boyutları gibi konularda sürekli duvara tosladık. Sonunda dayanamadım, otelin sahibi olan aile şirketinin inşaattan sorumlu genel müdürüne gittim. Amacım, projeye devam edebilmek için bir yol bulmaktı. Kendisi çok dirayetli, çok becerikli, bir çok projede çalışmış bir hanımdır. Bana ‘Gülfem, el attığımız her işi bitiremeyiz. Bazen yapamadığımızı kabul etmek ve çekilmeyi bilmek de bir erdemdir’ dedi... Bu konuşmadan bir hafta sonra ikimizde projeden affımızı istedik... Profesyonel yöneticiler ve proje grupları aradan çekilince, aile projeyi kalfalar ile bitirdi. Lobi’de kanallardan su damlaması ve altlarına kova konulması dışında galiba fena iş de çıkarmadılar...

Şimdi müsadenizle, yazının yazılmasının amacı olan soruyu sormak istiyorum; vazgeçmek zayıflık mıdır? Burada ufak bir parantez açarak söylemek isterim ki; bu yazar milleti de af buyurun çok puşt oluyor. Gerçi ben yazar sayılmam, o yüzden kendimi bu mertebeye layık görmüyorum, şunun şurasında ufacık bir bloğum ve alt tarafı seksen tane yazım var ama ben bile bu halim ile hin oğlu hinim... Her zaman aklımdaki soruyu sormadan önce ona bir girizgah hazırlıyorum. Yazının ortasına gelip, cevabını bildiğim soruyu sorduğum zaman kimsede itiraz edecek hal kalmamış oluyor. Bunu şimdilik ortalama 3 sayfa ve 1000 kelime ile yapabiliyorum. Birde insanları 3 cilt ve 100.000 kelime ile istim üstünde tutanları düşünün... vay ki, ne vay... bizde kendimizi bi halt sanıyoruz. Meğer analar ne aslanlar doğuruyor...

Konuyu epey dağıttım, müsadenizle toplayım. Tabii artık ne kadar toplanırsa... Vazgeçmek zayıflık mıdır,  diye sormuştum... Yukarıda anlattığım projeyi düşünürsek, bir sene geceli, gündüzlü uğraştığın binaya arkanı dönüp gitmek midir zayıflık... Yoksa, dergilerde resmini gördüğünde, mimar diye söylenenlerin aslında yatak örtülerinin rengini söyleyenler olduğunu bildiğin için, hissedeceklerini hissetmeyi göze almak mıdır? Makbul olan, üzerine adım yazılsın diye, her türlü engelle boğuşmak mıdır? Günün sonunda kim daha fazla acı çeker, yoluna devam eden mi, vazgeçip giden mi?

Burada bir soru daha sormak istiyorum. Bunun cevabını da bildiğimi şimdilik unutun... Sorum şu; neden vazgeçmek istemeyiz... Kültürümüzün bize ne pahasına olursa olsun devam etmemizi söylemesinin sebebi nedir? İşler, aşklar, dostluklar, ilişkiler gözümüzün önünde sarpa sardıkça sarar... ama biz hep bir adım öteye geçmek isteriz. Çünkü herşeye rağmen yoluna devam eden insanın elinde başkalarını suçlamak için yüzlerce sebep vardır. Ama vazgeçip arkasını dönüp giden insan, ricat yolunda yalnızdır. Suçlayacak kendinden başka kimsesi yoktur. Sonuç ne olursa olsun, başkasını suçlamak, kendini suçlamaktan daha kolaydır. O yüzden olay artık iş, aşk, dostluk, arkadaşlık her ne ise, var gücümüzle asılırız. Taa ki, inceldiği yerden kopana ve gelip kafamıza yıkılana kadar...

Geçenlerde, kendimce çok önemli saydığım birşeyden vazgeçtim. Gerçi bana kalsa ne olduğunu yazardım ama, Gaye Akçin dedi ki; çok açık bir insansın. Sen de sır diye birşey yok, böyle yaparsan sittin sene kısmetin çıkmaz. Azıcık sus da, olay gizem kazansın... O yüzden vazgeçtiğim şeyin ne olduğunu yazmayım. Ama şunu söylememe sanıyorum Gaye kızmaz... Kendi ruhsal dünyamda arkamı dönüp giderken, içimden bir ateş yükseldi... Tepeden tırnağa yandım... Bütün hayallerimi, yıllardır kalbimde taşıdığım tüm umutlarımı yakan bu alevle küle döndüm. Ve maalesef hayat, sahiden ölenler, duygusal olarak ölenler olduğu halde, onların bedensel olarak da ölmelerine izin vermeyen gelişmiş back-up sistemli bir çeşit video oyunu olduğu için, gerçek denilen ilüzyonun içinde, mecburen yeniden ayağa kalktım...

Şimdi bir nebze Dumbledore’un, küllerinden yeniden doğan kuşu Fawkes’e benziyorum. Bedenim titrek, tüylerim ıslak... kalbim derimden beter yoluk yoluk... Bütün gün, bu halde Sezen’in ‘Vazgeçtim’ şarkısını dinledim...

Vazgeçtim gözlerinden, vazgeçtim sözlerinden, bir ah de yeter...
Sessizce, kimsesizce gönderdim dudaklarımı, öpme al yeter...
Hiç tanımaz tenim ellerini, bilmez yüreğim yüreğini,
Ah bu koku, bu ten, bu dokunuş, ah bu delilik sarsar bedenimi,
Yok olmak anıdır şimdi...

Vah bacım... Bunları söyleyebilmek için, içinden geçilecek acının miktarını tasavvur bile  edemiyorum. İşte ‘tepeden tırnağa yandım’ diyorum ortaya çıka çıka şu uyduruk blog yazısı çıkıyor... Sessizce, kimsesizce gönderdim dudaklarımı, öpme al yeter... diyecek kadar hissetsem, Bostancı benimle havaya uçacak demek ki...

Bu yazı belki de, bedenimi olmasa bile benliğimi sarsan deliliğe ithaf edilen son yazıdır. Neticede artık vazgeçtim... An itibari ile kendimi, sarayın merdivenlerinde düşürdüğü camdan ayakkabısının teki, evin ahırındaki ineğin ayağına uymuş Külkedisi gibi hissediyorum.

Ruppert Everet, Julia Roberts’a ‘Will Cinderella dance again’... diye sormuştu. Sindrella tekrar dans edecek mi? Ben derim ki; herşeyden önce kendine yeni bir ayakkabı alması lazım. Ayakkabıyı alsın, bakıcaz... kısmet... 




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bir Düğün Gecesi Hikayesi

Bugünün benim eski evlenme yıldönümüm olduğunu, sabah evraka tarih atmasam, hayatta hatırlamazdım. Tarihi yazınca kafama dank etti. 14/07/1995...  Demek ki, boşanmasaydık, bir yastıkta ondokuz'uncu seneyi bitirmiş, yirmi'nciye girmiş olacaktık. Hatırladığım kadarı ile düğünümüz güzel bir düğündü. Eski kocamın ailesinin beni istememesinin yarattığı gerilime rağmen güzeldi. Kayınvalide, bir ara düğüne sırtını dönüp oturmuştu. Artık ağlıyor muydu, ne yapıyordu bilmiyorum. Ben de akıllı, yanına gidip ‘lütfen böyle ayrı oturmayın, bu sizin oğlunuzun düğünü, kalkın aramıza katılın’ falan demiştim. Hey gidi gençlik işte...  Ben gidip kendisini düğüne katılmaya razı etmeye çalıştım da, bir şey mi değişti... Diyeceksiniz ki, nerden bildin. Şöyle ki; düğün bitip, biz Swiss Otel’in 1407 numaralı balayı odasına geldikten bir müddet sonra, odamızın telefonu çaldı. Balayı odasının telefonunun, yeni evlilerin baş başa geçirecekleri ilk gecede çalmasından daha beklenmedik bir şey

Bir Fener Hikayesi

Yılbaşı günü, aldım kızları, Kadıköy’e gittim. Osmanağa’da hep birlikte fener aradık. Fener dediğim, Çinliler’in içinde mum gibi bi şey yakıp havalandırdıkları kese kağıdından az büyük şeyler... Postanenin arkasında kırtasiye, oyuncak mağazası ve ‘ne alırsan bir lira’ konseptini bünyesinde itina ile birleştirmiş bir dükkanda aradığımızı bulduk. Ben uzun uzun tarif ettikten sonra, tezgahtar çocuk, ‘haaaa abla, dilek feneri istiyosunuz siz’ diyerek, bizi dükkanın yan tarafında bir rafın önüne götürdü. Meğer bu fenerler dilek için uçurulurmuş. Önce dileğini dileyeceksin, sonra feneri uçuracak sıcak havayı sağlayacak minik yakıtı ateşleyeceksin.  Bu durumda fener uçarsa dileğinin kabul olacağını, uçmazsa, başka bahara kalacağını var sayabiliriz. Fenerlerin değişik renkleri var. Defne kırmızıyı beğendi. Deniz her zaman olduğu gibi mavi istedi. Bende kendim için kırmızı bir fenere aldım. Feng Shui’ye göre kırmızı, evreni hareketi geçirip, dileklerin kabul olmasını hızlandıran renk,

Bir Melek Hikayesi

Ne zaman televizyonu açsak, haber dinlesek veya sosyal medyaya baksak "Kadına şiddet" haberlerinden biri ile yüz yüze geliyoruz. Kadınlar ve korteksi gelişmiş erkekler, bu gidişata bir "Dur" demeye çalışıyorlar ama nafile… Etkinlikler, erkeklerin Allah vergisi fiziksel gücü karşısındaki çaresizliğimizle paralel perişanlıklardan öteye geçemiyor. Geçenlerde yine televizyonda, konusu "Kadına yönelik şiddetin önlenmesi" olan bir açık hava toplantısı seyrediyordum. O sırada sokaktan geçen ve konu hakkında düşünceleri sorulan kadınlardan bir tanesi, kendisine uzatılan mikrofona "Yirmi beş senedir evliyim, bunca senedir neden dayak yediğimi biri bana söylesin, Allah aşkına" dedi. Yer; Samsun, Cumhuriyet Meydanı… Kadının bu haklı fakat umutsuz isyanı aklıma kendi ailemden bir "Kadına şiddet" hikâyesini getirdi. Dedemin ablası, babamın halası, benim de büyük halam Melek'in koca dayağından ölmesini… Yıl 1920…  Büyük dedem Ali Rı