Konuşurken veya yazarken, içimize işleyip, düşünme sistemimizin bir parçası olmuşları istemsizce
söylemek hariç, yabancı kelime kullanmam... Ama ne hikmetse başlıkta yazdıklarım Cumartesi gecesinden beri zihnimde yankılanıyor. Derek, Meredith’e
söyledi... It’s your turn... Konuşmanın tamamı şöyle;
It was my turn and I made a
mistake... Now, it is your turn Meredith... Please, pick the right one...
Sıra bendeyken bir hata yaptım.
Meredith, şimdi sıra sende... Lütfen doğru olanı seç...
Derek ve Meredith kim ola ki,
diyenler içinde bir açıklama yapayım. Kendileri Grey’s Anatomy dizisinin baş
kahramanları. Derek Sheperd, aşırı yakışıklı, aşırı zeki, aşırı bilgili, aşırı
yetenekli, sadece bir eli 2 milyon dolar eden bir beyin cerrahı... Dikkatinizi
çekerim, tek bir el dedim... Sanayide lifte kaldırıp parçalasak, yedek parça
olarak satsak, adamın toplam bedeli, neredeyse Türkiye’nin yıllık ihracatına
denk düşecek. O denli yani... Meredith, O’nun sevgilisi... Bu ilişkide benim
yerim ise, televizyonun karşısına yerleştirilmiş Laura Ashley berjer koltuk ve ayaklarımı uzattığım
ingiliz country tarzı deri sehpadan ibaret. Her akşam en az üç bölüm, her hafta
bir sezon şeklinde Grey’s Anatomy seyrediyorum. Bu saplantılı motivasyonu Derek’in
kuvvetlendirdiğini inkar etmeyeceğim. Ama esas itibari ile, beni o diziye
müptela eden şey, dialogların basitçe mükemmelliği.. Çok zaman kahramanların
birbirlerine söyledikleri şeyler içime işliyor... Misal son yazdığım... It’s
your turn... Please, pick the right one...
Bir görüntü hatırlıyorum...
Taşkışla’nın ikinci kat koridorlarından birindeyim. Bina bilgisi kürsüsü’nün
önünde duruyorum. Yüzyüze bakıyoruz. Daha doğrusu o bana bakmak için başını
eğmiş, ben ise yukarı kaldırmışım. Sırtım,
arkamızdaki stüdyonun cam duvarlarına dönük. O'nun omuzlarının üzerinden de bina bilgisi kürsüsünün heybetli kapıları görünüyor. Stüdyodan koridora sızan akşam ışığı, çakmak çakmak gözlerini
aydınlatıyor. Her allah’ın günü kırk kere girip çıktığımız sınıfın numarası
artık hatırımda kalmamış, unutmuşum. Ama koridorun ıssızlığında gülümsemesinin
arkasına sakladığı öfkeyi, vücudundan bir
buğu gibi yükselip, dalga dalga bana çarpan kızgınlığının hararetini o kadar net
hatırlıyorum ki... Yüzü, gözleri, konuşurken dudaklarının aldığı şekil ve
bağırmanın bir kademe altında duran sesi, aradan geçen yirmi yıla rağmen
aklımdan çıkmamış...
‘Söyle o adama, anası O’nu kadir
gecesi doğurmuş’... O adam dediği, eski kocam... Bana sadece bunu söyledi. Tek
bir cümle... Sonra arkasını döndü ve uzun boyuna, gösterişli vücuduna yakışan uzun adımları ile sakince yürüyerek uzaklaştı.
Derek, Meredith’e it is your
turn, dediğinde aklıma işte bu sahne geldi... Seçme sırasının bende olduğu, tüm
hayatımın gidişatını değiştirecek anı hatırladım. Tanrı’nın kaderimin iplerini elime
tutuşturduğu o paha biçilemez dakikayı... Bahçeye açılan kapılardan içeri girip koridor boyunca uçan serçelerin havada asılı kaldığı, kapıların, pencerelerin, duvarların bizi dinlediği, gece gündüz demeden bir
kırık camdan girip, diğer kırık camdan çıkarak esen rüzgarın bile uğuldamaya
ara verdiği, o geri getirilmesi imkansız zaman parçasını... Peki, bu özel anda
ben ne yaptım... Hayır, dedim... Bummm... Taşkışla yeniden seslerle doldu, kuşlar kanat çırpmaya, kapılar, pencereler açılıp kapanmaya, rüzgar yeniden ve daha güçlü uğuldamaya
başladı. Sonra... Sonrası malum. Onyedi sene ortaklık, onbeş sene evlilik, iki
çocuk ve yalnızlık...
Boşandığımı duyduğunda aradı. Birlikte yemeğe çıktık. Böyle vakitler popüler aşk romanlarında anlatılanın
aksine, romantik falan olmuyor. En azından bizimkisi olmadı. Koridorda uzaklaşırken aramızda büyüyen boşluğu doldurmaya başlayan yıllar, ortalıktan çekilmedi...
Bu yemekten sonra bir kerede, gece yarısını az geçe, Taksim’de bir otoparkta
karşılaştık. Benim yanımda arkadaşlarım, onun yanında arkadaşları vardı. Ben
telaş içinde, bavuldan farksız çantamdan otopark biletini çıkarmaya çalışırken,
elini uzattı, yanağımı avucunun içine aldı, gözlerime bakarak bir an durdu ve ‘konuşalım’
dedi...
Konuştuk mu? Hayır... Hepsi bu
mu? Evet...
İnsan böyle zamanlarda ‘kader’
diye düşünüyor. Alın yazımız böyleymiş.... Bunun yerine ‘hayatının hatasını
yaptın eşşek kafalı... en güzel yıllarını seni sevmemeye baştan karar vermiş
insanlardan kendine bir aile yaratmaya çalışmakla harcadın, ahmak’ desem daha
doğru bir iş yapmış olacağım kesin... ama bende sonuçta insanım. Bütün
Chiristina Yang tavırlarıma rağmen, maalesef taştan yapılmadım. Bu bünyeye bu
kadar sıkleti yüklersem, terazinin çekmeme ihtimali yüksek...
Diyeceksiniz ki, şimdi bunları
neden yazdın? Bugün, yaptığım yanlış seçimin sebep olduğu ikili deliliğin sona
erişinin üçüncü yıl dönümü... Sanıyorum bu vesile ile, kendi aptallıklarımla
bezenmiş bir hayat dersi vermek istedim. Ey ahali, yurttaşlar, Romalılar...
seçim sırası size geçtiğinde, gözünüzü dört açın... Veya Grey’s
Anatomy’nin seyrettiğim son bölümünde Preston Burke’ün sağ elinin, artık
ameliyat yapmasına izin vermeyecek şekilde felçli kalmasının yarattığı hüznü de
paylaşmak istemiş olabilirim. Bilemiyorum... Hangisini isterseniz, onu alın...
Ama siz siz olun seçim sırası size geçtiğinde, yanlış adamı veya yanlış kadını
seçmeyin... Zira hayat insana ikinci sefer için şans vermiyor.... Ve aksilik bu
ya, her şey bu seçimin üzerine kuruluyor...
Şimdi böyle deyince, soğuk bir
kış gününü hatırladım. Hava kararmıştı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Proje
dersinden çıkmıştık. Bu da demek oluyorki, günlerden Pazartesi veya Perşembe’ydi...
Kendi aramızda konuşup, gülerek kapıya vardığımızda O’nu gördük. Taşkışla’nın
önündeki geniş duvara poposunu dayamış, elleri cebinde, başında beresi ile,
soğuktan büzülmüş ve ıslanmış halde beni bekliyordu.
Peki bu noktada yazarın anlatmak
istediği duygunun ne olduğunu bilen var mı? Şayet yeteri kadar iyi bir
insansanız, hayatın size iki şans verdiği de oluyormuş. Ama bütün şanslarını
ziyan edecek kadar salak olanlara, hayatın bile reçetesi yok tabii...
Yarın üçüncü sezon, 10. Bölümden Grey’s
Anatomy’i seyretmeye devam edeceğim. Görelim bakalım daha ne denli şeyleri berbat
etmişim...
İşte hayatımızın içine eden tam da o "turn" denen zıkkım!! Hay bin turn aşkına, bir kere de doğruyu seçsek ya arkadaş. Anlattıklarınla kendimi yaşadım Gülfem'cim, eskilere, o "turnpoint" yani dönüm noktalarına gittim gittim geldim ve gördüm ki - en azından bendeki - salaklık parayla değil doğuştan sanırım. Kör gözüm, kör parmağım...Hey hat...
YanıtlaSil